Milliyetçilik


Son zamanlarda korkutucu bir kavram olmaya başladı milliyetçilik. Hatta her kendini bilmezin saldırdığı ve üzerinde ahkam kestiği kavramlardan biri oldu. Atatürk düşmanlığı göstermenin laiklikten sonra en popüler yolu milliyetçilik üzerinden söylem yapmak artık.

O kadar çarpıtıldı ve içi boşaltıldı ki, yeniden tanımlanmaya ve anlaşılmaya ihtiyaç duyar hale getirdiler milliyetçiliği. Bu konuda kimin ne saçmaladığını ve Atatürk düşünce sistemine saldırmak için kaç dereden su getirildiğini buraya taşıyacak ya da cevap vermeye kalkacak değilim. Zaten bunları yazanların çoğu bilimsel bir tartışma açmak ve irdelemek niyetiyle konuşmadıklarından verilecek herhangi bir cevabı duyacak ya da anlayacak durumda da değiller.

Bu blog genel yapısıyla iş, yönetim, örgüt yapılarını anlamaya çalışan ve bu konulardaki düşüncelerimi ve öğrendiklerimi paylaştığım bir yer. Ama kendine göre bir hayat duruşu, felsefesi ve algı biçimi de var. Bu açıdan baktığınızda milliyetçilik ne alaka diyebilirsiniz. Ancak az sonra açıklayacağım şekilde milliyetçilik ilkesi örgüt yönetimini de ilgilendirebilir.

Öncelikle milliyetçiliği belli bir "millete" mensup olanların ortak değer ve kültürde birleşmesi, kendilerini bir millet olarak algılamaları ve buna göre davranmaları şeklinde özetlemem gerekli. Atatürk'ün milliyetçilikten anladığı ve anlatmaya çalıştığı da buna benzer birşeydir. Milliyetçiliğin tam olarak ne olduğunu anlamaktan çok daha önemli olarak, önce, tam olarak ne olmadığını anlamak gerekli:

* Milliyetçilikten kastımız herhangi bir ırka mensup olanların birliği değil
* Milliyetçilikten kastımız herhangi bir dine mensup olanların birliği de değil
*Milliyetçilikten kastımız herhangi bir millet adını ön plana çıkarıp üstünlük ya da "ari"lik iddiasında bulunmak, diğerlerini aşağı görmek ya da katletmeye çalışmak hiç değil.

Burada bahsedeceğim milliyetçilik ortak değerleri paylaşan "yurttaşlar"ı kapsamaktadır. Bu ortak değerler dil, kültür ve ortak gelecek beklentisidir. Atatürk'ün ifadesi ile : "Dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların siyasal ve toplumsal kuruluşu" ndan bahsediyoruz. Buna ek olarak gelecek hiçbir etnik, dini, ırkçı, alt kimlikçi, yok üst kimlikçi, orta kimlikçi saçmalamayı da kabul etmiyoruz. Bu haliyle Türk milliyetçiliğinin neden gerekli olduğunu, neden başka milletlerce bunun istenmediğini ve bunun örgüt yönetimiyle ne alakası olduğunu tartışacağız. Merak ederseniz buyrun:

Çok değil bundan 1 asır öncesinin yükselen değerleri "devletçilik" ve "milliyetçilik" ilkeleriydi. O zamanın ruhu bunları gerekli kılıyordu ancak zaman hızla değişti.  Önce devletçilik ilkesi tüm dünyada yavaş yavaş terk edildi. Çünkü devlet eliyle yönetilen merkezi ekonominin, başdöndürücü gelişim hızına ayak uydurması mümkün değildi. Sonra gelişmiş ülkeler "kendi ülkelerindeki milliyetçiliği muhafaza etmek şartıyla" başka ülkelerdekini eritmeye başladılar. Nedeni çok basitti. Kapitalist ekonominin milli sınırları kırması ve heryeri kendine pazar haline getirmesi gerekiyordu. Küreselleşme dedikleri ve çok önemli olduğunu, herkesin refahına olduğunu söyledikleri olgu buydu. Evet küreselleşmenin önüne geçmek bu iletişim imkanları varken zaten imkansızdır ve evet tüm dünyanın tek vücut gibi harekete geçtiği, tepki gösterdiği küreselleşmiş duruma teknolojinin etkisiyle gelinmiştir. Bugün Amerika başkanı hapşırsa Hong Kong piyasaları birkaç saniye sonra etkilenebilir. Ancak olmaması gereken milli kimliği kaybetmektir. Neden mi?

Bunu ırkçılık olarak algılamayın; Türklerden, hani o orta asyadan göç eden Türklerden bahsetmek istiyorum. Ne gelir aklınıza düşününce? Ne kadar savaşçı oldukları, 1000 kişiyle 5000 kişilik Çin ordularını dağıttıkları, çok iyi at bindikleri çok iyi silah kullandıkları mesela. O zamanki Türklerin tarihin aşındırıcı etkisinden sağ kalıp bugünlere gelebilmelerinin altında iki sebep var bana göre. Birisi yaratılıştan gelen savaşa yatkınlıkları, dirayetleri, azimleri ve atletiklikleri. Bunlar uzun yıllar içinde zor coğrafyalarda hayatta kalınarak edinilmiş kazanımlar. Diğeri ise o kavmin birbirini tutan, kollayan, aynı kök ve kültürü paylaşan bireyler olması. Bugün bile Türk milletine ait coğrafyada vatana, devlete, namusa dil uzatmak açıkça savaş sebebidir ve bugün bile giderek zayıflasa ve bozulsa da o ortak kültürün, ahlakın ve ilkelerin izleri görülebilir. İlk önemli özellik tüfeğin icadı ile anlamını yitirmiştir. Artık savaşlarda kaslarınızın ve at binme yeteneklerinizin hiçbir anlamı yok. Ama yine de, çok üstün teknolojide ve sayıda olmalarına rağmen Çanakkale'de ve Kurtuluş savaşında işgalci birlikler yenilmiştir. Neden peki?

Bunun cevabı metafizik olaylardan çok, iyi organize edilmiş güçlü bir millette yatıyor. Atatürk'ün zaman zaman ortak dini, zaman zaman ortak kökenleri, zaman zaman ortak düşmanları kullanarak bir araya getirdiği milli mücadele ruhu, çok zor şartlar altında neredeyse imkansız olan bir performansı başardı. Eğer orada savaşan insanlar kendilerini ortak bir kadere sahip bir millet olarak görmeseydi böyle bir sinerjinin oluşturulması da söz konusu olamazdı. Kısacası başkalaşmamak ve varlığımızı sürdürebilmek için sadece milliyetçilik kaldı elimizde. Bugünün güçlü devletlerinin Amerika'nın, Almanya'nın, İngiltere'nin ya da Fransa'nın kendi "milletine" ne derece önem verdiklerini ve korumaya çalıştıklarını görmemiz gerekiyor. Bu o kadar kötü bişey olsaydı yapmazlardı herhalde. Her ne kadar küresel şartlar tersine zorlasa da her milletin kendi öz değerlerini, dilini, kültürünü korumak için bişeyler yapması gerekli. Ancak bu şekilde var olmaya devam edebilir, kendilerini başkalarının sömürüsü ve tüketim kölesi olmaktan kurtarabilirler.


İşte gelişmiş ülkelerin kendilerine pazar olarak gördükleri coğrafyalarda belirgin bir milliyetçiliği istememelerinin ana nedeni budur. Dini ayrımlar, etnik ayrımlar, çıkar çatışmaları körüklenerek çıkarılacak ayrılıklar ulusları kendi kimliklerinden uzaklaştıracak ve onları gelişmiş ekonomilerin çiğneyip atacağı sakızlar kıvamına getirecektir.

Bakın Atatürk ne diyor :

"Harp muharebe, hele meydan muharebesi yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir, ulusların çarpışmasıdır. Ulusların bütün varlıkları ile, bilim ve teknik alandaki seviyeleri ile, başarıları ile, ahlakları ile, kültürleri ile, faziletleri ile, kısaca göz ile görülür bütün güçleri ve varlıkları ile, her türlü araçları ve olanakları ile çarpıştığı bir sınav alanıdır."

Şimdi gelelim işletmelere.

İşletmeleri de birer ulus olarak kabul eder ve aralarındaki rekabeti yukarıdaki meydan muharebesine benzetirseniz, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. İşletmeler, kendilerini o işletmenin bir vatandaşı olarak gören ve resmi iş tanımı dışında bütün varlığıyla; ahlakıyla, bilgisiyle, yardımseverliğiyle, gayretiyle onun için çalışan insanlardan yoksunsa ortalamanın dışında bir şey üretmeleri söz konusu olmayacağı gibi, zamanla büyük dişler arasında yok olmaktan da kurtulamayacaklardır. Düşünsenize, bir işletme neredeyse tamamen yabancılaşmış, her an daha iyi teklif gelse de gitsem ruh halinde olan, kendisini örgütle bütünleştirmemiş çalışanlardan oluşsun. Daha önceki yazımda "köpekbalığı" ya da "öküz" olarak tanımladığımız adamlarla dolu olsun içerisi. Ortak bir gelecek beklemedikleri gibi ortak bir ilke ya da değer de paylaşmasınlar. Teknoloji ve imkanları ne olursa olsun, böyle bir işletmenin uzun vadede ayakta kalması mümkün değildir. Hiç olmamıştır ve hiç olmayacaktır. Yine Atatürk'ten bir alıntı yapalım:

"Bir milletin başarısı, mutlaka bütün milli güçlerin bir istikamette oluşmasıyla mümkündür. Bu nedenle bilelim ki, elde ettiğimiz başarı, milletin güç birliği etmesinden, ortak hareket etmesinden ileri gelmiştir. Eğer aynı başarı ve zaferleri gelecekte de tekrarlamak istiyorsak, ayni esasa dayanalım ve aynı şekilde yürüyelim."

Aynı şeyler, aynen işletmeler için de geçerlidir. İşletmeler de, her biriminin aynı ortak amaca yönlendirilmesi durumunda ancak başarılı olabilirler ve her birey, işletme adına alacağı her kararda mutlak olarak uyması gereken ana ilkeleri özümsemeli ve bu konuda tereddüt etmemelidir. İşte misyon, vizyon ve değerler dediğimiz şeyler bunlardır ve bu kadar önemlilerdir. Bunları duvara asılı anlamsız "klişe" sloganlar olmaktan çıkartıp gerçekten örgüt kültürü haline getirmedikçe örgüt için "milliyetçilikten" bahsedemeyiz. Milliyetçilikten bahsedemezsek örgüte ait bir kültürden, şahsiyetten de bahsedemeyiz.

Peki, sizce bir milletin değerleri ve ilkeleri o milletin dışından birisi tarafından belirlenebilir mi?

Diyelim ki belirlenir dedik ve bir danışmanın ya da başka firmaların yazdıklarının ya da merkezi bir listenin yardımıyla kendimiz için "ahanda bizim değerlerimiz ve ilkelerimiz bunlardık" dedik. Bunun işletmede çalışanlar için zerre miktarınca bir anlamı var mıdır?

Çok uzun yazıyorum diye kızan dostlarımı dinleyip şimdilik burada bırakıyorum. Devamını, yani neden bu temel değerleri ve ortak amacı belirlemenin bu kadar önemli olduğu ve bunu nasıl operasyonel hale getireceğimizi bir sonraki yazıya bırakıyorum.

Bir sonraki yazıda buluşmak üzere...

0 yorum:

Yorum Gönder

Paylaşın

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

S3