Milliyetçilik II



Yeniden merhaba;

Hayat devam ediyor yazımda belirttiğim olaylardan dolayı kendime verdiğim yeniden toparlanma süreci artık yeter. Tekrar okumaya, sorgulamaya ve paylaşmaya başlamak gerek. Bir şeyler üretmedikçe sıkıntım azalmıyor artıyor çünkü.

Yarım kalan iki yazıdan önceliği milliyetçilik yazısına verdim. Bu devam yazısından önce ilk yazıyı okumanızı öneririm:

Bir önceki yazıda Atatürk'ten şu sözü yazmış ve bunu işletmelere bağlamıştık:

"Harp muharebe, hele meydan muharebesi yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir, ulusların çarpışmasıdır. Ulusların bütün varlıkları ile, bilim ve teknik alandaki seviyeleri ile, başarıları ile, ahlakları ile, kültürleri ile, faziletleri ile, kısaca göz ile görülür bütün güçleri ve varlıkları ile, her türlü araçları ve olanakları ile çarpıştığı bir sınav alanıdır."

İşletmenizin birçok açıdan rakipleriyle rekabet halinde olduğunu ve bu rekabetin giderek daha da acımasız bir hal aldığını temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp söylerler. İşletmecilerde bu rekabetten sıyrılabilecekleri ve farklılaşıp daha fazla kazanabileceklerini söyleyen her öğretiye, sisteme ya da hazır maddelik reçetelere dört elle sarılma eğilimindedir. "Başarılı olmanın 5 kuralı", "Stratejik rekabetin 10 ilkesi" gibi hazır reçetelerde çare aramak genellikle yararsızdır. Bizim işin aslına inmemiz ve "başarılı" gördüğümüz şirketlerin ne yapmakta olduğunu görmemiz gerekir.


Atatürk'ün dediği gibi bir tür meydan savaşı veren işletmeler, bu savaşa tüm unsurlarıyla katılırlar. Ekonomik güçleri ve ellerinde tuttukları teknoloji silahlarıdır. Ancak Ata'nın altını çizdiği diğer değerler genelde görmezden gelinir. İşletmeler; kültürleri, faziletleri, ilkeleri, değerleri ve tüm vatandaşlarıyla bu savaşın içindedir. Eğer silahların ya da ekonomik çokluğun kazanmaya yeter olduğunu düşünüyorsanız size kolaylıkla 1915 yılında Gelibolu'ya çıkıp düşman ordusunu ezip geçeceğinden kesin emin olan İngiliz generalle aynı şekilde düşündüğünüzü söyleyebilirim. 

O İngiliz general yenildi çünkü karşısında hem çok iyi bir stratejist ve vizyoner komutan vardı, hem de savaştığı ordu "tam" milliyetçiydi. Yani ortak değerlerle birbirine bağlı ve iyisiyle kötüsüyle, ne olursa olsun vatanınından vazgeçmeyecek ruha sahip bireylerden oluşuyordu. Bu açıdan bakarsak başarının altın formülünü de çıkarmış oluyoruz. Çünkü bu ikisi birleşmeden yani iyi bir vizyon ve strateji ile işletmeye "gönülden" bağlı örgütsel vatandaşlar olmadan diğerlerinden farklı ya da iyi olmamın imkanı yok.

Siz bir işletme olarak kafanıza göre adam harcıyor ve ağzınız tam tersini söylediği halde kurumsal kültürü, insanların bağlılığını ve örgütsel vatandaşlığını yerle bir ediyorsanız, o zaman sizin elinizdeki ordunun "milliyetçi" olduğunu söyleyemezsiniz. Bundan ziyade, daha çok verene gitmeye hazır paralı askerlerle meydana çıkıyorsunuz demektir. 

Ülkeler bazında milliyetçilikten bahsederken kapitalizmin bundan nefret ettiğini ve ulus devletleri parçalamak misyonunu üstlendiğini söylemiştik. Geçenlerde orjinaline yazının altındaki linkten ulaşabileceğiniz bir Soner Yalçın yazısına rastladım. Tamamının okumanız dileğiyle küçük bir alıntı yapıyorum:

"Neo-Conlar, 1930’larda New York City College’de okuyan; Yahudi “New York aydınlarının” oluşturduğu sıra dışı bir gruptu. ...“Yeni muhafazakarlık” akımının fikir babası Prof. Dr. Leo Strauss; Hitler’in yükseliş döneminde Almanya’yı terk ederek ABD’ye gelen Yahudi siyaset kuramcısıydı. Bu kişisel deneyimine dayanarak şunu söyledi: Demokrasi zayıf düştüğünde yayılmacı totaliterliğe yenik düşüp ayakta kalamıyor.
Bu sebeple modernizme ve aydınlanmaya karşıydı.
Sadece iyi ve kötü rejimler vardı; iyi rejimler, kötü rejimlere karşı kendilerini savunma hakkına sahipti. ABD rejimi iyi rejimdi; kötü rejimleri yok etmeliydi!

Max Schachtman ve James Burnham gibi Neo Conlar, bir dönem benimsedikleri Bolşevik devrimi önderlerinden Troçki’nin “sürekli devrim tezinin” artık sağcı versiyonunu savunuyorlardı: ABD, müdahaleci ve yayılmacı politikasından vazgeçmemeli; yoksa yok olur!
Dünyaya hakim olmayı hedefleyen bu siyasetin adına, “iyiliksever hegemonya” diyorlardı.
Büyük Ortadoğu Projesi böyle ortaya çıktı; “Avrasya’ya hakim olamayan gezegene hakim
olamaz.”
“Tek kutuplu dünya” istiyorlardı.
Ulus devletler yıkılmadan özgürleşme sağlanamaz”dı."


Gerçekten inanıyorlarmıydı bunlara yoksa altında sadece "parasal" bir hakimiyet arzusu mu vardı bilinmez ama bildiğim şu ki; milletler arasındaki sınırların ve çizgilerin kalkması, tüm dünyanın aynılaştırılması sadece ve sadece kapitalist egemenler için çok daha fazla pazar ve çok daha fazla para anlamına gelir. Öyle ya, siz bir Amerikan malı yerine, milliyetçi olduğunuz için daha kötü olsa da ısrarla Türk malı kullanırsanız onlar sizin pazarınızda mal satamazlar. Atatürk'ün temel ilkeleri arasına aldığı ve bugün çiğnenmek için çaba sarfedilen "milliyetçilik" bu nedenle önemlidir ve bu nedenlerle istenmemektedir.

İşletmenizde milliyetçilik ya da bir başka deyişle, örgütsel vatandaşlık davranışlarının artması ve çalışanların işletmeyle özdeşleşip çok daha fazlasını yapmaya çalışmaları ise, ülkeler örneğine nazaran, çok daha dış tehditlere kapalıdır ve sizin kendi elinizdedir. Değeri ise genellikle düşünülenden çok daha fazladır.

Önemini ve gerekliliğini sabitledikten sonra asıl soruyu soralım:

NASIL?

Nasıl işletmenizi "milliyetçi" hale getireceksiniz. İçindeki vatandaşlar nasıl olup da iyisiyle kötüsüyle işletmeyi sahiplenip özveri ile çalışacaklar. Birçok insan bunun yalnız ve ancak para ile olduğunu düşünür. Ancak bugün işletmecilik okullarında anlatılan bazı dersleri akıldan çıkarmayın:
  • Teknolojik üstünlük 
  • En ucuz maliyet stratejisi
  • Parasal ödüllerle çalışan motivasyonu
sürdürülebilir değildir. Öyle görünür ve dar bakışlar hep öyle algılar, ama değildir. Fark yaratacak ve sizi farklı kılacak olan, bu yazının konusu bağlamında, milliyetçilikle ilgili olarak, sizin değerleriniz ve ilkelerinizdir. Çalıştığım yerin bazı temel ilkelere sahip olduğunu bilmek ve bunların sorgulanmayacağını ve her şartta, işletmenin ekonomik zararına bile olsa, uygulanacağını bilmek benim için çok önemlidir. Ayrıca değerleri arasında insana saygı, birlikte büyümeye ve gelişmeye inanmak, başarıyı ve başarısızlığı paylaşmak olduğunu bildiğim bir yerde çalışmak da sadece çalışmak değildir. Hatta kendinizi işletmenin misyonuna gönülden bağlarsanız yaptığınız iş çalışmak bile değildir.

Dikkat ederseniz yukarıdaki özellikler için "bildiğim/bilmek" kelimelerini kullandım. Müdürlerinin sürekli gevelediği ya da yaldızlarla çerçeveli olarak duvara asılan kelimeler arasında olmasını, o tabelalarda okumak istediğimi söylemedim.  Bilmem için içselleştirmem gerekir. Kurum içinde sayısız küçük-büyük davranışla bunun bana aşılanması gerekir. Türlü sınamalardan geçip doğruluğunun kanıtlanması gerekir. Ayrıca içerden gelmesi, zamanla oluşması da zaten doğal gerekliliktir.

O halde bir işletmenin ilkelerinin, değerlerinin, misyon ve vizyonunun "dışardan" birileri tarafından belirlenmesi işin özüne aykırıdır. Oturup kendiniz yapacaksınız. Bir Amerika'lının Türkiye'ye gelip, başbakan danışmanı olup, "bundan sonra Türk insanının değerleri bunlardır, ülkenin ilkeleri budur" filan dediğini düşünün. Sonra bunun vatandaşlar tarafından ne kadar dikkate alınacağını hayal edin.

Bunun danışmanları her yerde cirit atıyor. Kusura bakmasınlar. Yaptıkları çalışmalar genellikle eğreti duruyor ve uzun vadede etkililikleri konusunda da en ufak bir kaygıları yok. Çünkü bir şekilde hazırlamak ve bundan kazanç sağlamak işini yapıyorlar. O yüzden ülkedeki binlerce firmanın vizyon, misyon, değer ve ilke beyanları hep aynı beylik cümlelerden, içi boş vaadlerden ve kimsenin inanmadığı temmennilerden oluşuyor. Bu çalışmalar amaçlarını gerçekleştirmiyorlar. Yani; işletme içinde bir itici güç oluşturmak, vizyon ile "heves" yaratmak, insanları ortak değerlerde buluşturmak ve örgüt içi "milliyetçiliği" güçlendirmek fonksiyonlarının hepsinden acizler. Çünkü bu hedefler için yapılmaları gerektiği bile bilinmiyor bazen. Herkeste olduğundan ya da yapılması gerekliliği öğrenildiğinden yapılıyor. Yine de bu konuda iyi olup doğru amaçlar için kılavuzluk yapmaya çalışan birkaç ismi tenzih etmek lazım.

Oraya ne yazarsanız yazın Osman Ata Ataç hocamın söylediği gibi, işletmenizin tek bir amacı vardır; daha fazla para kazanmak, yani savaşı kazanmak. Ancak bunun olmasını sağlamakla görevli yönetimin, aynı Atatürk'ün yaptığı gibi, ortak değerlerin, inançların, hevesin değerini anlaması, Atatürk milliyetçiliğini doğru kaynaklardan iyice okuması ve özümsemesi gereklidir. Savaşı kazanmak sadece sizin faydanıza ise, milletin bundan bir çıkarı yoksa, neden mermiye göğüs gersinler?

Körler sağırlar birbirini ağırlar misali kendimizi kandırarak, gerçek anlamı sorgulamadan, dalkavukluk yaparak, aslında hiçbirşey ifade etmeyen ve istenen etkiyi sağlamayan çalışmaları onaylamayı daha ne kadar sürdüreceğiz? Daha ne kadar acımasız kapitalizmin gerçek değerlerden bizi uzaklaştırmasına, insanların sadece para odaklı olmasına ve bunun bizi başarısız kılmasına müsade edeceğiz? Oluşturduğumuzu iddia ettiğimiz vizyonun, misyonun, değerlerin vs. ne kadar "gerçek" olduklarını ve işletmede yukarıda sıraladığım faydaları yaratıp yaratmadığını ne zaman sorgulayacağız?

Parasal katkının vazgeçilmez bir gereklilik olduğu konusunda tartışacak değilim. O yetersizken diğer konularda ahkam kesmenin çok anlamlı olmadığını da biliyorum. Ama gerçek başarı arıyorsanız, çalışırken keyif alınan ve hayatı anlamlı kılan iş yerleri istiyorsanız; onları "milliyetçi" hale getirmelisiniz. Bu vizyona önce kendiniz sahip olmalı ve işletmenin kültürel değerlerinden gelen temel etiği her şart altında korumalısınız. Maslow'un meşhur piramidinde insanların kendini güvende hissetmesi paradan ya da ek sosyal getirilerden çok daha önemlidir.

Ülkeniz için de milliyetçi olmak zorundasınız. Kendinizden olana, kültürünüze ve dilinize sahip çıkmak ve her satın almanızda, her yatırım kararınızda paranın ülke ekonomisinde kalmasını gözetmek konularında çok hassas olmalısınız. Bu hükümetlerin işi değil sadece, tıpkı işletmenin milliyetçiliğinin sadece üst yöneticilerin ya da insan kaynaklarının becerebileceği bişey olmadığı gibi. Her birimiz kendi payımıza düşeni yapmak ve bu algıyı çocuklarımıza aşılamak zorundayız.

Bunun dışında milliyetçilik hakkında her olumsuz konuşana kuşkuyla bakmak ve altında bir art niyet aramak gerekir. Tersi argümanlar, bilimsel temele, bir mantığa ya da delillere dayandığı sürece her zaman değerli ve gereklidir. Ama milliyetçilik hakkında atıp tutanların neredeyse tamamını okumama rağmen ben bunların hiçbirini bulamadım.

Atatürk'ün en sevdiğim ve hayran olduğum yönü neydi biliyor musunuz? O sadece söylemiyor, yapıyordu. Hem fikir adamı hem eylem adamıydı ki bu gerçekten çok ama çok nadir birşeydir. İşletmelerde de iş ahlakı, çalışan memnuniyeti, insana saygı vs. nutukları atmayın. Kavramları ezberledik artık. Dediklerinizi gerçekten yapın ki insanlar "bilsinler". Tıpkı Bosch ya da Toyota'nın yapmaya çalıştığı gibi...


Soner Yalçın yazısı :http://sozcu.com.tr/2014/yazarlar/soner-yalcin/erdogani-delige-kim-supuruyor-465857/



0 yorum:

Yorum Gönder

Paylaşın

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

S3