Türkçeleşmiş Sistemler...!!!

Uzun zamandır bu konuyu tekrar gündeme getirmek kafamı kurcalayıp duruyordu. Az önce Vural Savaş'a bizzat imzalatma şansına eriştiğim "Anılarım" kitabının önsözünü okurken daha fazla dayanamayıp tekrar klavyenin başına oturdum.

Bu blogda bu 100. yazım. Geçen Mart ayında başladığım blog yolu ile düşünce paylaşımı yolculuğunda 8 ayda 100 yazılık bir performans sergilemişim. Bu yüz yazı yaklaşık 3000 tıklanma almış. Eh, benim gibi bir amatör için başarı bile sayılabilir. Ancak bana bu yüz yazının en çok öne çıkan, en çok altını çizip tekrarladığımız konusu ne derseniz yine bu yazının konusuna geri döneriz:

"İthal eğitim dökümanları, ithal üretim sistemleri ve ithal kalite sistemleri ile kör topal idare etmeye çalıştığımız ve hiçbir noktasında tam başarıya ulaşamadığımız sanayiimiz".

Biz hala, içeriği tamamen ithal olan ve çoğunlukla Türkçe'ye çevirmeye bile gerek görmediğimiz onlarca sistemi ve kavramı işletmelerimize dayayıp sonuç almaya çalışıyoruz. Hasbel kader iyi sonuçlar alanlarımız da bunu sistemlerinden zannediyorlar. Halbuki bizim iyi yanlarımız da, kötü taraflarımız da kitaplarda yazılanlardan farklı.

Peki neden farklı?

Türküz de ondan. Ama bu fark bize özgü değil. Dayatılan sistemler ya Amerikan ya Japon ekolü ya da Alman disiplininden. Endonezya da farklı, Çin de farklı, Jamaika da farklı.

Bakın ne diyor Vural Savaş : "19. yüzyıldan beri aydınlarımızın yaptığı en büyük hata, demokratik ülkelerin yasalarına yasalarımızı ve uygulamalarımızı benzetmekle, anayasa değişiklikleri ile ülkemize barış, özgürlük ve demokrasinin kolaylıkla gelebileceğine inanmış olmalarıdır." (Anılarım, s.9)

Siyaset bilimi için geçerli olan aynen dini konularda da geçerli. Aynı kitaptan bir başka alıntı yapalım ve Necip Fazıl ölmeden kısa süre önce, 1982'de  ne yazmış öğrenelim (Anılarım, s.8):

"Ve aşksız yobaz... İşi gücü 
Namazla cennet takasında
Tam dört asırlık müslümanlık
Cansız etiket markasında
Kuran, kalbi kör ezbercide
Din, üfürükçünün muskasında"

Şuur ve bilinç olmadıkça, ezberleyerek ve kopyalayarak 4 asır geçiriyorsanız; üzerinde düşünmek, yorumlamak, çağa uyarlamak, ülke insanlarına göre ince ayarlar gibi konulardan tamamen uzak durduysanız; bu sonuç kaçınılmaz.

Zaten bu böyle olmasaydı, yani kanunlar, sistemler ve ideolojiler evrensel olsaydı, Vural Savaşın kitabında verdiği örnek gibi (s.11), aynı iklim ve yol şartlarına sahip ve aynı trafik kurallarını kanunlaştırmış olan Türkiye ile bir başka Avrupa ülkesinde aynı trafik işleyişinin olması gerekirdi. Sadece kural yazmakla, prosedür çıkarmakla ya da başka ülkede iyi işleyen sistemleri aynen dayatmaya çalışmakla sonuç alınamayacağı bu trafik örneğinden kolayca görülse de her nedense Türk insanı siyasette, dinde, üretim sistemlerinde, anayasada, trafik kurallarında ve daha birçok alanda aynı metodu uygulayarak başarı beklemeye devam ediyor.

Kısacası benim kafayı taktığım iki ana problem var. Birincisi Mustafa Nafi'nin deyimiyle "safız"; sadece kurallar yazarak, sistemleri aynen kopyalayarak birşey olur sanıyoruz. Ve ikincisi; yabancı kısaltmalarla, içi boş ve Türk işçisi için anlamsız kelimelerle boğuşuyoruz. Kendi dilimizden, "ç,ş,ğ" gibi harflerimizden utanır olmuş, herşeyin yabancı halini çoktan kanıksamışız. Gidin bakın IKEA ya bakalım, 1 tane bile sizin dilinize ya da İngilizceye uyarlanmış ürün ismi var mı? Gidin, yatak takımlarının üzerindeki İsveç alfabesini görün. Gidin bakalım Fransa'da üzerinde Fransızca açıklama olmayan bir ürün satın, ya da Japonya'ya gidip içeriğini anlamadıkları İngilizce bir sistemin fabrikalarında büyük başarı yaratacağını anlatın.

Burada bir parantez açarak büyük önder Atatürk'ü tenzih etmek gerekiyor çünkü bu coğrafyadan, bu düşünce tarzından nefret eden ve herşeyi, üzerinde düşünerek kendi ülkesine adapte etmiş bir adam nasıl çıkmış hala hayret ediyorum.

Bu konuda yazarken Mustafa Nafi'yi anmadan geçmek olmaz:

“Saf âdem odur ki tahrir-i kaideden umar medet,
Cümle kaideyi rezil eden değil mi ki zihniyet?
Halisane tanzimi dahi ifrat eyler suiniyet.
Gam kanunla bitseydi çeker miydi beşer hep eziyet?”

Bu dörtlük bu yazının tamamından daha etkili zaten.  Bir sistemi hayata geçirirken onu aldığınız, kopyaladığınız ortam koşulları ile kendinizinkine bakmak zorundasınız. Hatta daha iyisi, ezberleyip papağan gibi şakımaktansa üzerinde düşünüp kendinize en uygun sistemi inşa zahmetine katlanmanız. Eflatun bundan 2500 yıl önce: "Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar." demiş. Siz bir ülke yöneticisi iseniz, "a bakın Almanyada demokrasi varmış, çok da iyi işliyor hadi bizim ülkeye de getirelim" diyemezsiniz. Kendi ülkenizde bakmanız gereken onlarca parametre ve yapmanız gereken birçok altyapı hazırlığı olmalıdır. Hal böyleyken bir işletme yöneticisinin de "aa filanca 3 harfli sistem çok iyiymiş, hadi yarından tezi yok biz de yapalım" dememesi gerekir. Sistemin önüne, arkasına, ortamına şartlarına bakmalı, neyi, neden istediğini ve sistemle ne sonuç elde etmeyi amaçladığını önce kendisi bilmeli sonra da uygulayacaklara anlatmalıdır.

Bunun aksi tüm girişimler emek ziyanından öteye gitmez, gidemez.

Yöneticilik konusunda literatür taramaya, yabancı kitaplar okumaya, liderlik türleri gibi acaipliklere kafa yormaya çalışmadan önce önümüzdeki güzel örneğe bir bakmamız lazım. Atatürk'ü insanüstü özellikleri olmadan, abartılardan arındırılmış saf hali ile okumaya ve "anlamaya" ihtiyacımız var.

Biz bir işletmeyi yönetmek ve sistemini kurmaktan bahsederken Atatürk'ün bunu ülke çapında yaptığını, inanılmaz bir dönüşüm başlattığını, dilinden matematikte kullanılan sembol adlarına kadar yüzlerce şeyi Türkçeleştirip uyarladığını düşünün. Tüm yasa ve kanunların, tüm devrimlerin ve değişimlerin önce altyapısı hazırlanarak, belli sırada ve kesinlikle kopyalanmadan hayata geçirildiğini ve binlerce atalet noktasının ve bozucu girişin tek tek ele alındığını hayal edin. Bunların yapılmak zorunda olduğu sürenin kısalığını da katın. Belki o zaman Cumhuriyetin ne demek olduğunu hep beraber daha iyi anlarız. Bunların üzerine de şunu söylemiştir :

" Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü müşkülât önünde, belki gâyelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle dönüyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur."

Ben iş hayatında, yapmaya kalkıştığım değişim konusunda ümitsizliğe düşüp çok zor ya da büyük olduğunu düşündüğümde aklıma yukarıdakileri getirip utançla karışık yeniden güç buluyorum.

Buradan kendime not düşüyorum. Kendi yöneticilik ve liderlik özelliklerimi geliştirmek için öncelikli kaynağımı Atatürk'ü anlamak ve yorumlamak  olarak belirliyorum. Çıkarımlarımı buradan paylaşırım umarım.

0 yorum:

Yorum Gönder

Paylaşın

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

S3