Eğitim ne kadar önemlidir?



Öncelikle, uzun bir aradan sonra tekrar selamlar...

Ne oldu artık yazmıyorsun yoksa vaz mı geçtin bu işten diyen dostlarıma da buradan cevap vereyim:

Hayır, vazgeçmedim. Sadece yoğun şekilde yüksek lisans bitirme projesine gömüldüğüm için yazı yazmakla ilgili tüm enerjimi oraya sevk ediyorum. 1 ay daha devam edecek bu tempo sonrasında bu yelkenli yolculuğuna kaldığı yerden devam edecek.

Ancak dün mezuniyet töreninde Bahçeşehir Üniversitesi rektör yardımcısı Prof. Dr. Ali GÜNGÖR'ün ağzından dinlediğim ve onun da anlatırken 9. Cumhurbaşkanına atfettiği anekdotu unutmadan yazmam lazım:

Başarının formülü - 2.bölüm


İlk yazıda özetle; iş yerinde başarının ilk bölümünün, kendi yetenek ve isteklerinizle işletmenizin ihtiyaç ve doğrultusunun benzeşmesi olduğunu söylemiştik.

Bu eşleşmenin sağlanmasının önünde birçok engel olduğunu biliyorum. Ama eğer iş yaşamınızda mutsuz veya başarısızsanız, ya da daha mutlu ve başarılı olmak istiyorsanız "benim katkım ne olmalı" sorusunu sormak ve işletmenin mevcut ihtiyaçları ve imkanları konusunda farkındalığınızı arttırmak zorundasınız.

"Katkım ne olmalı" sorusu aynı zamanda elinizdeki işe farklı bir bakışla bakmanız, bir katkı ve fark yaratmaya odaklanmanız ve sürekli iyileştirmenin de önünü açmanız demek.

İşin ikinci kısmına ben 3 boyutlu yönetim diyorum. Aslında çok basit olan bu anlayış biçiminin her boyutu için cilt cilt kitaplar bulabilirsiniz. "Yabancı dil bilmek" başlıklı yazımda önemli bir kısmından zaten bahsetmiştim. Burada toparlayıp tekrar değinelim:

Başarının formülünü açıklıyorum!!!


Hepimizin aradığı şey bu değil mi?

Hazır bir formül ya da yapılacaklar listesi olsa, bunları gerçekleştirip mutlak başarıyı elde etsek ve bu sırrı bizden başka pek kimse de bilmese ki önemli ve övünebilir olsak!

İnsan kendisi için başarıyı bile tanımlayamazken, neyin gerçekten onu mutlu edeceğini ayırt edemezken, sürekli başarı ve mutluluk peşinde koşması ne kadar garip. Bu yazıda da belirttiğim üzere, herkesin başarı ve mutluluk algısı değişken. Hatta hayat sürecinde tekil insan için de değişken. Ama üzülmeyin, en azından iş hayatınız için başarının ve mutluluğun formülünü açıklıyorum:

Türkçeleşmiş Sistemler...!!!

Uzun zamandır bu konuyu tekrar gündeme getirmek kafamı kurcalayıp duruyordu. Az önce Vural Savaş'a bizzat imzalatma şansına eriştiğim "Anılarım" kitabının önsözünü okurken daha fazla dayanamayıp tekrar klavyenin başına oturdum.

Bu blogda bu 100. yazım. Geçen Mart ayında başladığım blog yolu ile düşünce paylaşımı yolculuğunda 8 ayda 100 yazılık bir performans sergilemişim. Bu yüz yazı yaklaşık 3000 tıklanma almış. Eh, benim gibi bir amatör için başarı bile sayılabilir. Ancak bana bu yüz yazının en çok öne çıkan, en çok altını çizip tekrarladığımız konusu ne derseniz yine bu yazının konusuna geri döneriz:

"İthal eğitim dökümanları, ithal üretim sistemleri ve ithal kalite sistemleri ile kör topal idare etmeye çalıştığımız ve hiçbir noktasında tam başarıya ulaşamadığımız sanayiimiz".

Biz hala, içeriği tamamen ithal olan ve çoğunlukla Türkçe'ye çevirmeye bile gerek görmediğimiz onlarca sistemi ve kavramı işletmelerimize dayayıp sonuç almaya çalışıyoruz. Hasbel kader iyi sonuçlar alanlarımız da bunu sistemlerinden zannediyorlar. Halbuki bizim iyi yanlarımız da, kötü taraflarımız da kitaplarda yazılanlardan farklı.

Peki neden farklı?

Çatışma iyidir!

Bu iş dünyası yazınının sağlık yazınından hiçbir farkı yok. Sağlık ile ilgili gazete haberlerini tararsanız, tamamen ilgi çekmek üzerine kurgulanmış boş içeriklerle karşılaşırsınız. Bazen de yıllardır doğru bildiğiniz şeylerin yanlış olduğu iddiası ile gündeme gelir ve ilgi çekmeye çalışırlar. Bu konudaki haberlerin başka türlü yüksek okunma oranı almasının imkanı yoktur çünkü.

Benzer şekilde, dünya üzerinde yayınlanan 10 dan fazla iş dünyası, yönetim, strateji sitesini sürekli taramama, yüzlerce yazıya göz atmama rağmen burada paylaşılmaya ya da üzerinde yazılmaya layık çok çok az yazı bulabilmemin sebebi de aynıdır.

Bugün, benzer sitelerde birçok farklı versiyonunu bulabileceğiniz, hatta insanların eğitim vererek üzerinden ciddi paralar kazandığı bir kavramdan "Çatışma yönetiminden" bahsedeceğim.

Çok şükür dünyamız akıllandı!


Yeni moda herşeyin akıllısını çıkarmak;

Akıllı telefon, akıllı televizton zaten vardı. İnşaat sektörü akıllı evler, mobilya sektörü de akıllı mobilyalar yapmaya başladı. Bilgisayarlarımız zaten fevkalade akıllı olduklarından bu sıfatı almaya bile gerek görmediler.

Peki insanoğlu bununla sınırlı kaldı mı?

Tabi ki hayır!

İşte internette gezinirken bulduğum yeni akıllı aletler:

Ey insanlık, biz nereye doğru gidiyoruz?

Resim :http://technotuesday.com
21. Yüzyıl.

Bilgi çağı.

Herşeyin çok kolay ulaşıldığı ve çok hızlı tüketildiği, teknolojinin altın dönemi. Cep telefonu, sosyal medya, tüpsüz televizyonlar, bilgisayarlar ve oyun konsolları diğer binlerce yandaşlarıyla birlikte hepimizin hayatını kapladı çoktan. Bu durumun ne kadar iyi ve harika olduğu, teknolojinin ne kadar hızlı ve büyüleyici şekilde geliştiği ile ilgili birçok şey yazabiliriz. Ama madalyonun bir de arka yüzü var!

Ey insanlık, biz nereye doğru gidiyoruz?

Yapılan araştırmalar ve elde edilen sayılar iç karartıcı. 2000 yılından itibaren hem Amerika'da hem de İngiltere'de maaşlar ve üretim birbirinden ayrılmış. Ekonomi büyümeye devam etmiş ancak orta gelir seviyesi bundan hiç nasibini alamamış. Aynı dönemde sadece İngiltere'de 360.000 tek kişilik girişimci iş kurulmuş. İşin bir de teknoloji devleri kısmı var. Google, Samsung, Apple gibi firmalar inanılmaz büyüklükteki sermayeyi yönetiyor artık. Ancak örneğin Apple'ın piyasa değeri Ford markasının çok üzerinde; buna rağmen Apple dünya çapında son kullanıcı dükkanları da dahil 80.000 kişi çalıştırırken Ford 700.000 kişiye iş sağlıyor. Dünyanın en değerli markası olan Apple sadece 80.000 seçkin insana gelir sağlıyor kısacası. Teknoloji devleri baş döndürücü bir hızla büyümelerine rağmen, ancak onlarla çalışabilecek nitelikte olan çok az sayıda insana isdihdam sağlıyor ve diğer işler için gerekli iş gücünü bedava temin ediyorlar. Ücretsiz yarattıkları yazılımlar hem birçok test ve geliştirme işinin hem de kullanıcılar hakkında çok değerli olan verilerin kendilerine bedava ve gönüllü olarak akmasını sağlıyor.

Teknolojinin baş döndürücü hızından birkaç örnek sıralayalım:

7 saniye kuralı


Her ne kadar yazılarımın tamamı kendi imalatım olsa da arada bir küçük fikir hırsızlıkları yapmanın da sakıncası olmaz umarım.

Günlük sohbetimiz esnasında insan kaynakları pınarının başında bulunan güzel dostum Burcu hanımın anlattığı bir anekdot çok hoşuma gitti ve paylaşmak istedim. Kendisi de bunu eski işyerlerininden birinde müdüründen dinlemiş;

"Düşünün ki bir çita büyük bir hızla bir ceylanın arkasında koşmaya başlıyor. Yaratılışı gereği ceylandan daha hızlı olsa da kovalamacanın 7. saniyesinde çita birden bire duruyor. Çita koşmaya devam etse belki bir 30-40 saniye sonra kesin yakalayacak ama devam etmiyor.

Neden?

Çünkü 7. saniyeden sonra çitanın ceylanı yakalamak için harcayacağı enerji onun tamamını  yemesinden elde edeceğini geçiyor. Koşmak anlamsız hale geliyor bir nevi. Ani deparla artan vücut ısısı çitanın daha fazla koşmaya çalışırsa çok fazla enerji harcamasını gerektirecek şekilde yapılmış.

İşte bu 7 saniyeyi iyi bilmek gerekiyor."

Bazen işlerin olması için çok ısrar ediyoruz, ya da bazı müşterilerle çalışmak için çok fazla ödün veriyoruz. Ancak çitanın bünyesinde Allah yapısı olarak tasarlanan sistemi bizim de kafamıza yerleştirmemiz gerekiyor.  7 saniye kuralını sürekli gözetmek bence çok önemli. Blackberry'nin hikayesi, Nokia devinin satılışı hep bu 7 saniyenin kaçırılması ile ilgili. 7 saniyede yakalayamadıysanız durun, ısrar etmeyin. Başka bir hedefin peşinden koşmak için hazırlanın. Stratejik yönetim literatüründe az kar eden, ya da düşük fayda sağlayan iş kollarından çıkmak ya da trendleri takip edip belli teknolojilerde ısrarcı olmamakla ilgili onlarca kitap ve makale bulabilirsiniz. Aslında kural basittir; bir işi yapmanız için gerekli olan enerji o işten elde edeceğinizden fazlaysa durmanız gerekir. 7. saniyede durmak gerekir ama, asıl hüner o 7. saniyenin geldiğini görmektir.

Sistemi yalın tutmak!


Aylardır, öğrenilmiş ve ezberlenmiş bilgileri bir kenara bırakıp kendi ihtiyaç ve özelliklerimize göre bir üretim sistemi planlamak ve uygulamaya sokmak üzerine çalışıyor, yazıyor, çiziyorum. Bu konudaki bilginin başka bir çok konuda olduğu gibi 2 temel yaklaşımı var.

İlki, sistemin tamamını düşündüğünüz, kilit sistem organlarını ve bunların birbiri ile ilişkilerini tasarladığınız bütünsel yaklaşım. Bir nevi sistemin iskeleti. Bunlar tasarlanırken veriler anlamlı olsun, değer akışına göre neyin neyi etkilediği netleşsin diye uğraşıyorum.  İşlevsel bir üretim veri sistemi olsun, takibi görsel ve kolay, verilerin hizmet ettiği alanlar açık olsun da istiyorum.

Yazması kolay ama tasarlaması ve işler hale konması o kadar kolay değil. Çünkü tanrısal bir doğrulukla iskeleti oluştursanız bile işin ikinci kısmı yani veri akışını, arşivlemeyi, analizi sağlayacak detay tasarımı oldukça karmaşık. Öncelikle sistem yalın olsun, sade olsun ve bürakrasiden uzak bir yapı sergilesin istiyoruz ancak aynı zamanda her şeyin kayıt altına alınması ve insan kaynaklı hataların engellenmesi için bazı çapraz sorgu ve onay proseslerinin tanımlanması gerekli.

Üretim başka yere benzemez!!!

Çok sevdiğim insan rahmetli Peter Drucker bir yazısında* sanayi tarihinden bahsediyor ve Taylor'la başlayan standartlaştırma çalışmalarına değiniyordu. Taylor teorilerinden sonra çok eleştiri aldı. Özellikle de o dönemler çok güçlü olan sendika temsilcilerinden. Çünkü o zamanlar özellikle üretim alanında bir iş; ancak ustadan çırağa aktarılabilen, kendi içerisinde gizli ve mistik püf noktaları olan ve ancak ustanın yapabileceği bir şeydi. Taylor ise işlerin standart parçalara ayrılabileceğini, herkesçe yapılabilir kılınabileceğini söylüyordu. İşçiler için ellerindeki en önemli kozun alınması karşısında sessiz kalmak mümkün olamazdı. O yüzden o zamanki tepkiler ve eleştirilerin gayet doğal olduğunu belirtiyor Drucker.

Aradan uzun zaman geçti ve özellikle seri üretimde ustalık payı artık eser miktarda kaldı. En büyük üreticiler rahatlıkla üretimlerini Amerika'dan Çin'e taşıdılar. Oradaki işçileri eğiterek, standartlar üzerinde çalışarak önemli verimlilik aşamaları kaydedildi. Biz de hala hem o eski standartlaşma öğretilerini dinlemeye hem de, eser miktarda da kalsa, o eski usta - çırak ruhunun ve işçilerin ustalık ve özgünlük iddia çabasının gölgelerini hissetmeye devam ediyoruz.

Veri veri good!!!

http://www.csmonitor.com/Innovation/2010/0409/Climate-change-as-art
Heykeltraş Nathalie Miebach kasırgalardan okyanus
dibi robotlarına kadar bir çok ham verinin heykelini yaparak
bu konuya ayrı bir yorum getirmiş.

Brad Pitt'in oynadığı "Moneyball" filmini izlediniz mi bilmiyorum, ancak izlediyseniz yeni nesil bir koçun takım seçme ve antrenmanları için istatistikten yararlanmaya kalkmasını, bunun geleneksel yöneticilerce nasıl garip karşılandığını, ona hiç başarı şansı tanınmadığını hatırlayacaksınız. Film bildiği yolda inatla direnen, alışılagelmişten,  geleneksel yaklaşımından farklı bir yol izleyen ve bunun sonucunda belli bir başarıya ulaşan bir adamın hikayesi. Tam olarak mutlu sonla bitmiyor ama mücadele izlemeye değer.

X ve Y kuşaklarının tam ortasında duran bir adam olarak bazen ben de benzer duygular taşıyorum. Üretim içine girdiğinizde artık kemikleşmiş bazı uygulamalarla karşılaşıyorsunuz. KPI (Key proses Indicator) dediğimiz anahtar performans göstergeleri belli ve her aylık toplantıda bunların olduğu grafikleri uzaktan seyredip duruyoruz. Ancak hem verinin anlamı hem de tam olarak neye hizmet ettiği bence net değil. Topladığımız verinin anlamlı olması ve bizi bir sonuca götürmesi gerekli. Daha öncekiler yapıyor diye yaptığımız herşey bize zaman kaybettirmekten ve geride bırakmaktan başka işe yaramıyor.

Hatasız kul olmaz!

Orhan Gencebay'ın harika şarkısının nakaratı bu cümle; "Hatasız kul olmaz"!. Gerçekten de insan faktöründen hatayı %100 gidermek mümkün değil. Her proses kendi içerisinde belli bir hata ihtimali taşıyarak devam ediyor ve biz üretimcilerin asli görevlerinden birisi bu ihtimali mümkün olduğu kadar aşağıya çekmek.

Bu konu üretimcilerin gündeminde 1940 lı yıllardan beri var ve onlarca sistem değişik isimlerle piyasaya sürülmüş. Bunların içerisinde hata oranları ile en direk temas edeni sanıyorum 6 Sigma sistemidir. Ama tüm diğer sistemler de o veya bu şekilde bu noktaya odaklanır. Çünkü hata demek öncelikle işletme için maliyet demektir.

Ancak hatanın sadece maliyetden daha ağır faturaları da olabilir. İş kazaları her yıl yüzlerce kişinin yaralanmasına ve ölümüne sebep olmaya devam ediyor. Yeni yönetmelikler ve önlemler uygulandığı yerlerde iyileştirme sağlıyor ancak uygulanmasını sağlamak ve denetlemek hala ciddi bir problem. Ayrıca Türk insanımızın yaygın "bana birşey olmaz" anlayışı ve bu konudaki duyarsızlığı da problemin bir başka ayağını oluşturuyor.

Peki kabul edilebilir hata oranı nedir? Örneğin bir işletme %99,9 hatasızlıkla çalışıyorsa bu size göre iyi midir?

Yelkenlim artık daha güçlü!!!



Hayat yolculuğunda insana güç veren, yaşama nedeni sunan ve hayata umutla bakmasını sağlayan bazı sevgiler vardır. Bunları ben teknemin yelkenleri sayıyorum. Onlar olmadan ilerleyemez insan, tatsız ve anlamsız olur yolculuk.

19.08.2013 tarihinde 1,5 yaşındaki oğlum Poyrazdan sonra Rüzgar bebek de aramıza katıldı. Küçük ve hızla büyüyen bir yelkeni daha oldu teknemin. Hayatımdaki tüm diğer aşkların arasına eklendi.

Poyraz rüzgarı sert olur, serin olur; yazın eserse ferahlık kışın eserse sıkıntı verir. Oğullarım da dostlarına yaz Poyrazı, düşmanlarına kış Poyrazı olurlar inşallah.

Yazılara verdiğim büyük ara bu yüzden. Şimdilik pek nefes aldırmıyorlar babalarına yazı yazmak için... Ama bir yazının taslağı bitmek üzere. Kaldığımız yerden devam edeceğiz hayatı ve yönetimi anlamlandırmaya...

Poyraz rüzgarı ile seyre devam... Vira bismillah!

Arzu, Akıl ve Güç!


Eflatun meşhur devlet kitabında bir insanı, bir kenti ya da bir devleti yönetenin aynı dinamikler olduğundan ve biri anlaşıldığında diğerlerinin de anlaşılacağından bahseder.

Ona göre insan ruhu iki kısımdır. Bir kısım düşünen, anlayan, bilgelik bölümüdür ki insan bununla akıl yürütür, bilgelik kazanır ve gelişir. Diğeri ise arzu ve şehvet kısmıdır ki insan bununla acıkır, susar, sever. Hepimiz biliriz ki ezelden beri bu iki kısım kendi içerisinde kavga halindedir ve yaşamın önemli sırlarından biri de budur. Hemen her çağda insan bu iki büyük güç hakkında düşünmüştür ve tüm dinlerde de bu konudan önemle bahsedilir.

Ancak Eflatun tam da bu noktada üçüncü bir gücün varlığından bahseder; "öfke". Bu acaba akıl tarafında mıdır, yoksa arzu tarafında mıdır? Bu sorunun cevabı hayatı nasıl yaşadığınız ve nasıl anlamlandırdığınızın da cevabıdır aynı zamanda.

İş yerinde mutluluk!!!


Dale Carnegie "İnsanlar yaptıkları işten zevk almadıkça, çok nadiren başarılı olurlar." demiş.

İş yerinde mutlu olmanın çok fazla parametresi var aslında. Bunların çoğu da insanın kendi kontrolünün dışında gelişiyor. Yönetim tarzını, insan kaynaklarına bakışı, birlikte çalışacağınız insanları çoğunlukla seçemiyorsunuz. Ancak ömrümüzün önemli bir kısmını geçirdiğimiz iş yerlerini kendimiz için nasıl daha keyifli yapabileceğimiz konusunda düşünmek ve eyleme geçmek kesinlikle bir zorunluluk.

Gerçekçi düşündüğümüzde aciz insanın zaten çok az şeyi kontrol edebildiğini fark edebilirsiniz. Ne ne zaman doğacağınıza, ne hangi coğrafyada olacağınıza, ne de hangi aileye mensup olacağınıza siz karar vermediniz. Hayatımızın her evresinde yanımızda olanların, etkileştiğimiz insanların çok az kısmı üzerinde hükmümüz oldu. Aşklarımızın bile ne zaman hayatımıza girip ne zaman çıkacaklarına karar veremedik.

Demek ki, hayatı belli bir belirsizlik seviyesinde kabul etmek ve ona göre davranmak gerek. İş yerimizdeki birçok değişkeni de seçemedik ama yukarıda yazdıklarım yüzünden intihar etmediğimize göre bu belirsizliğin de üstesinden gelebilecek birkaç şey söyleyebiliriz.

Maaşına zam, işine son!

Dünyada her milletin her kesim çalışanında ortak bir nokta ararsanız, maaş memnuniyetine bakabilirsiniz. Aldığımız para hepimiz için az. Hep azdı ve sanırım hep az olarak kalacak.

Dünyadaki maaş trenleriyle ilgili çok çarpıcı bilgiler veren ILO raporunu inceliyorum son 2 gündür. Kafamda iskeletini hazırladığım yazı için çok değerli bir katkı oldu. ILO 1919 yılında kurulmuş, tam adı "International Labour Organization" olan bir örgüt. Uluslararası işgücü organizasyonu yani. Kuruluş amaçlarını, sosyal adaleti desteklemek ve dolayısıyla dünya üzerindeki barışa katkıda bulunmak olarak belirtmişler. Birincisi; ne kadar katkı yapabildiklerini bilmiyorum ama, amaç olarak açıkladıkları şeyler çok güzel. İkincisi, sosyal adalet sağlanmadıkça dünyada tam anlamıyla barış olamayacağını anlamış görünüyorlar.

Kapitalizm, sosyalizmi dağıtıp dünyada tek egemen yönetim şekli olduğundan beri, ekonomik dünya sürekli bu ulvi amacın tam tersi yönünde hareket etmeye devam ediyor. Az sonra Grafik-1 ve 2'de göreceğiniz üzere, yıllar geçtikçe emeğin karşılığı alınan çıktı büyük bir hızla artmış. Ancak ödenen para, alınan çıktı artışı ile orantılı değil. Bu ne demek? Sermaye sahibi kesimin daha çok kazanması ancak üreten orta kesimin toplam pasta payının küçülmesi demek.

Peki bu ne demek?

CRM Ne Değildir?

Müşteri ilişkileri yönetimiyle ilgili "felsefe" yolculuğumuza devam ediyoruz. Eskilerin "Bir musibet bin nasihattan iyidir" diye bir sözleri var. Bazen bir olgunun ne olduğunu açıklamaktan çok daha etkilisi ne olmadığını açıklamaktır. Bu konuda yapılmış ve yapılan hataları listelemek ve yanlış algıları ortaya koymak "öz"ü anlamak niyetinde olanların işine yarayabilir:


Müşteri ilişkileri yönetimi (CRM)


Tüm dünya CRM dediği ve tüm eğitimler bu isimle verildiği için öyle diyoruz ama aslında bu bizim için MİY olmalıydı. Müşteri ilişkilerinin yönetilmesi yani.

Önce dünyada ne oldu da bu kavrama kadar geldik ona bakalım:

2. dünya savaşının öncesini es geçelim ki yolculuğumuz dünyanın toz bulutu olduğu zamanlara kadar uzanmasın. 2. dünya savaşının getirdiği yıkım ve felaketin ardından dünya bambaşka bir sürece girdi. Bir nüfus patlaması ve dolayısıyla talep patlaması oluştu. O dönem doğanlara kuşak kategorizasyonunda "Baby Boomers" denmesi o yüzdendir. "Bebek patlaması" kuşağındadırlar yani. Hemen sonrasında gelen X kuşağıda bu kuşaktan etkilemiştir. O dönemde önemli olan, bir şekilde "üretmek" ti. Yani dünya o kadar açtı ki, ne üretirseniz üretin bir şekilde satılıyordu. Sanayi insan verimliliğine henüz kafayı takamamış, tezgahlardan en yüksek çıktıyı almaya yoğunlaşmıştı.

Pazarlama faaliyeti "İyi mal kendini satar" deyişinden ibaretti. Çok üreten çok kazanıyordu. Yaşı yetenler hatırlar Türkiye'nin kapalı ekonomi olduğu yıllarda çok uzun süre "kuş" serisi otomobiller satıldı Türkiye'de. Fabrikada zaten sıra vardı. Araba daha üretime girmeden satılıyordu. Sıraya yazılıp aylarca size araba "çıkmasını" beklerdiniz. Renk seçmek, ilave opsiyonlar istemek kimsenin aklına bile gelmiyordu.

Sonra ne oldu?

Geri bildirim : Bir tür dayak şekli !


http://photodune.net/item/positive-feedback-conceptual-meter/4680198
Bu hikayeyi birkaç kez dinledim sanırım, Osman Ata Ataç hocam Amerika'da master çalışması yaparken yaşadıklarını anlattığı bölümde de benzer olaydan bahsediyor. Son olarak da örgütsel davranış dersinde Umut Eroğlu hocadan dinledik. Hikaye kabaca şöyle:

Ciddi Amerikan üniversitelerinden birinde tez çalışması yapılıyor. Öğrenci çalışma taslağıyla profesörün yanına geliyor. Bizden olaya şahit olanları ilk şaşırtan öğrencinin profesöre adıyla hitap etmesi, gayet rahat giyinmiş ve gayrı ciddi olması. Öyle ya, biz sayın hocamdan başka laf etmez, mümkünse takım elbiseyle gideriz. Ama daha önce güç mesafesi kavramından ve Türkler için bunun oldukça büyük olduğundan bahsetmiştim. Bu fark onunla ilgili. Esas konu ise bundan sonra başlıyor. Öğrenci çalışmasını veriyor ama çalışma rezalet. İlkokul seviyesinde. Beklenen, profesörün ağzını açıp gözünü yumması ve tabiri caizse öğrenciyi oraya gömmesi. Ama öyle olmuyor: profesör gayet sakin inceliyor, çok zorlansa da birkaç olumlu yan buluyor ve öncelikle onlardan konuya giriyor. El yazın güzel, konu başlıkları yerinde, kapak ve içindekiler kısmı da harika olmuş diyor mesela. Olumsuzları ise oldukça dolaylı yoldan ve yumuşak şekilde anlatıyor. Bakmasını söylediği kaynaklara herhalde vakit bulup bakamadığından ancak o konulara dikkat etmezse iyi bir not almasının mümkün olmayabileceğinden bahsediyor. Tabi bizim şahitler tüm olan biteni büyük bir hayret ve şaşkınlıkla izliyorlar.

Duygu Yönetimi

Hah, bir de bu çıktı şimdi...

Sanki iş yönetimini tam öğrendik ve becerebildik de, şimdi de duygu yönetimini çıkarıp önümüze koydular. Neymiş efendim; duygu yönetimi çok önemliymiş ve dahi işletme için olmazsa olmazmış. Çalışanların duygu durumlarını bilmeyen yöneticiler muhakkak çuvallarmış.

Mühendis kafası yazısında biraz bahsetmiştim ve onu okuyanlar bilir ki bu işler hakikaten benim için çok zor işlerdir. Ama şaka bir yana, bunun çok gerekli ve önemli olduğuna ben de canı gönülden inanıyorum.

Bugüne kadar teknik olarak işi nasıl yaparız, prosesleri nasıl düzenleriz hep buna kafa yordum. Öyle ki, bana göre eğer bir prosesi yeteri kadar iyi tanımlar ve düzenlerseniz iş, ister istemez, doğru giderdi. Eğer doğru gitmiyorsa, muhakkak proseste ya da standartlarda bir problem olduğunu düşünürdüm. Operatör hatası diye birşey yoktur, operatörün hata yapmasına olanak tanıyan sistem vardır diye düşündüm hep.  Dar bir alana yoğunlaşmış ve iş odaklı bir adam için çok da anormal olmayan düşünceler bunlar. Ama yıllar geçtikçe hem kendi tecrübelerimden hem de birlikte çalıştığım insanlardan başka şeyler öğrendim. Örneğin yaptığınız işin tanımında ve içeriğinde hiçbirşey değişmese ve iş tanımları ve standartları mükemmel olsa bile işinizi bir gün canı gönülden severek, başka bir gün ise küfrederek yapabilirsiniz. E, bahsettiğim parametreler sabit olduğuna göre, analitik düşünürsek bu değişimi açıklayacak başka parametrelere ihtiyacım oldu.

Atmasyon hedefler!

Bir kişiyi yalan vaadler ve sözlerle ne kadar oyalayabilirsiniz?

Bir işletmeyi tamamen hayal ürünü ve alt yapısı olmayan hedeflerle ne kadar yönetebilirsiniz?

Ya bir ülkeyi?

Abraham Lincoln : "Bazı insanları her zaman, bütün insanları da bazen kandırabilirsiniz; ama bütün insanları her zaman kandıramazsınız." demiş. Ama maalesef yapılmaya çalışılan bu gibi geliyor bana.

Çevremde ekonomik anlamda neler olup bitiyor, ülke ne durumda, dünya ne durumda diye kendimce okuyup anlamaya çalışıyorum. Hayatımda ekonomi dersini sadece MBA eğitiminde almış biri olarak öyle ekonomist filan da sayılmam. Tek yaptığım tüm görüşleri okumak, sayısal verileri görmek ve mantık yürütmek.

Türk insanı kelimelerle yaratıcı işler yapmayı sever. "Atmasyon" kelimesi de bir yaratıcılık ürünüdür ve kelime anlamını kendi içinde taşır. Kelimenin kendisi de atmasyondur yani. Ama okuduklarımı daha iyi betimleyecek bir kelime gelmedi benim aklıma.

Entropi!



Herşey, doğar, büyür, ölür...

Makine mühendisliği okuduysanız, Termodinamik dersinde bol bol kendisiyle muhatap olmuşsunuzdur. Başka konularda da karşınıza çıkmış ya da hayatınızda ilk kez karşılaşmış olabilirsiniz. Ne durumda olursanız olun, "Entropi" önemli bir kavramdır ve işletmecilik açısından yorumlanmaya ihtiyaç duyar.

Bu kavram aynı zamanda "Neden sürekli iyileştirme yapmak zorundayız?" sorusunun da cevabıdır. Entropi kavramının yüzlerce tanımını bulabilirsiniz, ama bizi ilgilendiren tanımı şudur;

Evrendeki tüm sistemler, istisnasız olarak bozulmak, düzensizleşmek ve tamamen durmak yönünde davranırlar.

Başka bir ifade ile bu, Tanrı’nın değişmez kurallarından biridir; evrendeki herşey zamanla bozulur ve yok olur.

Yönetim sistemleri açısından ise durum; eğer bir işletme sistemini kapalı sistem olarak tutarsanız, yani iç dinamiklerini değiştirmez, onu yenilemez ve olduğu gibi korursanız, bu sistem kesinlikle zamanla bozulur ve tamamen yok olur demektir.

Yazıları paylaşmak!

Bazı okuyucularım yazıların nasıl paylaşılacağını ve nasıl çıktı alınabileceğini sordular. Bu nedenle bu kısa anlatımı eklemek gerektiğini hissettim.

Tüm yazıların altında böyle bir paylaşım eki var.


Linkedin, Facebook, Twitter platformlarında paylaşımı bu butonlarla direk yapabilirsiniz. Ayrıca mail butonu ile e-posta olarak da paylaşabilirsiniz. Ancak esas iş " + " butonunda, ona tıklarsanız en üstte yazdırma butonunu ve 340 dan fazla paylaşım platformuna bağlantı bulabilirsiniz. Sanırım şu an paylaşılması muhtemel dünyadaki tüm siteler vardır içinde...




Her ne kadar tıklanma sayısıyla bağlantılı bir gelirim olmasa da ve ticari kaygıyla bu bloğun hiçbir alakası yoksa da okunmak ve çok paylaşılmak haliyle insana bir mutluluk ve daha fazla paylaşım için kuvvetli bir istek sağlıyor. O yüzden önemli.

Kullanmanız dileğiyle...

Türkiye'den neden marka çıkmaz?

Ülkemin neden bir türlü dünya markası üretemediği, neden fasonculukla sınırlı bir sanayi yürütmek zorunda olduğu konusu uzun zamandır kafamı kurcalıyordu. Bu konuyla ilgili pek çok yazı okudum, eğitimlerde üzerinde konuştum, kendim bazı gözlem ve tespitlerde bulundum. Ancak internette gezerken, duygu ve düşüncelerime bu kadar paralel ve toplu bilgi bulunca burada paylaşmadan geçemedim.

Aşağıdaki maddeler başlık konusuyla ilgili kobitek.com sitesinden Faruk Şener'in bir yazısından alıntı. Yazının orjinaline buradan ulaşabilirsiniz...

Yabancı dil bilmek çok önemlidir!

Eskiden İngilizce bilmek önemli bir avantaj sağlardı iş arayanlara, şimdi iş görüşmelerinde neredeyse sorulmuyor bile. Bilmemeyi düşünemez hale geldik çünkü. Aslında benim bunun gerekliliği ile ilgili sıkıntılarım da var; alakalı alakasız her pozisyon için isteniyor IK tarafından, ama bu yazının konusu bu değil!

Yabancı dil deyince anladığımız başka bir milletin konuşuğu dil. Ama bence ondan çok daha önemli olarak başka tür bir yabancı dili bilmemiz gerekiyor. Bu yabancı dil her pozisyona lazım ve iş başarısı için bence diğerinden çok daha önemli.

Orta seviye bir yönetici iseniz 2 yabancı dili çok iyi bilmelisiniz. Hiyerarşi olarak altınızda çalışanların konuştuğu dil ve üst yönetimin konuştuğu dil. Osman hocamın defaten atıfta bulunduğum kitabında bununla ilgili güzel bir örnek var. Kendisi mesleğe ilk başladığı yıllarda istatistik formüllerini kullanıp uzun süre veri toplayarak bir performans sistemi inşa etme işine kalkışmış. Amaç, çıktılar üzerinden çalışanları değerlendirmek ve bir prim teşviği ile verimliliği arttırmak. Hakkıyla yapmaya çalıştığı için de haliyle uzun süre veri toplamış. Bir aşamada müdürü kendisini çağırıp çalışmanın ne durumda olduğunu sorunca :

Yalın İşler


Daha önceki Yalın yönetim yazımda "Yalın sistemler" ile ilgili önemli birkaç çarpıklıktan bahsetmiş ve Türk işletmelerinde neden tam olarak anlaşılıp uygulanamadığını tartışmaya açmıştım. Orada bırakmak olmaz, devam edelim...Ama öncesinde o yazıyı okumanızı konu bütünlüğü açısından tavsiye ederim.

Yalın üretim sistemine biraz daha derinlemesine bakalım. Bir üst kavram olan yalın yönetim biraz daha geniş ve üzerinde çalışılması zor olduğundan, yalın konusunu üretim ile sınırlamak istiyorum. Nasıl olsa felsefe ve prensipler aynı, nereye isterseniz oraya uygulayabilirsiniz...

Daha önceki yazıda da "Yalın" kavramı ve anlamı üzerine düşünmüştük. Yalın sistemleri kelime anlamı gereği sade ve kolay olmalı, çalışanlara ek yük ve dökümantasyon değil sadelik ve pratiklik kazandırmalı demiştik. Sonra aslında özü bu olsa da bu şekilde uygulanamadığını ve bir şekilde anlamsız ve karmaşık sistemler haline geldiğini belirtmiştik.

Şimdi bu sistemlerin neden başarısızlığa mahkum hale geldiğini biraz daha inceleyelim. 

Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olmayın!

Şu an bu satırları okuyabildiğinize göre, az sonra söyleyeceğim şeylerin en azından bir kısmını kendi adıma uygulamaya başlamışım demektir. Ben mesleğe ilk başladığım yıllarda bir önceki neslin bazı önemli yöneticileri ile tanışma, ya da en azından görme ve hikayelerini dinleme imkanı buldum. Türkiye'de bir dönem, yetişmiş iş gücünün, özellikle mühendislerin az olduğu, iyilerinin de çok değerli olduğu yıllardı. CNC teknolojisi yeni yeni gelmiş, kalıp ustaları hala kara kalemle taslak çalışıyorlardı. Catia'da 12 saatte çizebileceğiniz kalıbı 30 dakikada kağıda çizeni, karmaşık bir fikstür dizaynını 3 boyutlu olarak birkaç görünüşle izah edenleri tanıdım. Kesici takım kataloğunu ezbere bilip, gelen satış temsilcisine "Atma, kataloğun 276. sayfasında verdiğiniz değerlerle senin söylediğin kesme parametreleri aynı değil" diyen üstadın hikayesini de dinledim.

Hepsi çok değerli insanlardı ve işlerinin erbabıydı. Onlara yetişmiş ve birşeyler öğrenmiş olmayı her zaman büyük şans olarak addederim. Hepsinin ortak özellikleri; yaptıkları işte çok deneyimli olmaları, olası tüm problemleri beyinlerine kazımış olmaları, ki buna tam otomatik FMEA diyebilirsiniz ve işlerini severek layıkıyla yapmalarıydı. Ancak tüm bilgi ve deneyim onlarda toplanıyor, yoklukları büyük problem yaratıyordu. Birçoğu bu nedenle emekliliklerinden sonra da danışman olarak büyük işletmelerde tutuldular. Zira böyle bir birikimi yeniden oluşturmak işletme için imkansızdır.

Kültürel farkları yönetmek!


Bir işletme içinde farklı kültürlerden, geleneklerden ve alışkanlıklardan gelen insanlarla birlikte çalışıyorsanız, onları nasıl yönetirsiniz?

Bu soru gündeme geldiğine göre öncelikle bunun bir problem olduğunu kabul edelim. Neden bu bir problemdir? Çünkü bu durumda algıları, iş yapma şekilleri, hiyerarşiye bakışları, disiplinleri farklı birçok insanla muhattap olacaksınız ve bana göre iyi yönetimin ilk kuralı olan "adaletli davranma" kuralını uygulamakta ciddi sıkıntı yaşayacaksınız demektir.

Bu kez literatürü tarayıp, iyice öğrenip bir sentezini buraya yazmak yerine başka bir metod denemek istiyorum. Çünkü her ne kadar (Allah Google'a zeval vermesin) hemen her konuyla ilgili hazır bilgiye ulaşmak mümkün olsa da, hiçbir hazır bilgi yokken bile üzerinde fikir yürütüp sonuca varabilme yeteneğimizi köreltmememiz gerekiyor.

Konuyla ilgili hiçbir araştırma yapmadan serbest fikir yürütmeye balşıyorum. Konu ilginizi çektiyse buyrun beraber yolculuk yapalım:

Öncelikle hepsi farklı milletten ve kültürden gelen, olabildiğince de birbirlerinden farklı anlayışlara sahip 5 kişilik bir ekibin parçası olduğumuz senaryosunu yazalım. Hatta bizi esas cevaba yönlendirsin ve bazı problemleri azaltsın diye parçası değilde, hem parçası hem de yöneticisi olduğumuzu hayal edelim. Böyle bir karmayı yönetmek için hangi stratejileri izleyebiliriz?

Sorusuz hayat, anlamsız hayattır!

Platonun devlet kitabını anlamaya çalışıyorum son birkaç haftadır. Aslında niteliksel olarak okuması bu kadar uzun sürecek bir eser değil ama bendeki kopyasında sanırım çeviri kaynaklı hatalar var ve ben defaten üzerinden geçmek zorunda kalıyorum anlamak için.

Platon M.Ö 427 - 347 yılları arasında yaşadığı sanılan ünlü bir düşünür, onu daha da ünlü yapan ise Sokrates'in öğrencisi olması. Hakkında küçük bir araştırma Sokrates'ten çok etkilendiğini, onu öven bir çok eser yazdığını, "Devlet" gibi çalışmaları onun ağzından kaleme aldığını öğrenmeniz için yeterlidir. Sonrasında kendi felsefesini geliştirmiş, bilinen ilk akademiyi kurmuştur. Platonu önemli yapan başka bir gerçekse antik Yunan'ın en önemli ve en çok bilinen 2 ismi Sokrates ve Aristotales arasındaki köprü oluşudur. Zira biri hocası diğeri öğrencisidir. Eflatun adıyla da bilinmektedir.

Devlet kitabında Eflatun, Sokrates'in ağzından devlet, yönetim, ahlak, erdem gibi çok temel olguları sorgular ve bazı harika bilgiler verir. Bakın dikkat edin, yorumlar ya da yazar demedim, "sorgular" dedim; çünkü sorular sormak ve sorular sorarak karşıdakinin kendiliğinden cevaplara ulaşmasını sağlamak Sokrates'in eşsiz bir yeteneğidir. Zaten kendisi "Ben kimseye birşey öğretemem, sadece üzerinde düşünmelerini sağlayabilirim" demiştir.

Düşünmek, sorgulamak ve başka açılardan bakarak "doğru"yu bulmak Allah'ın insanoğluna verdiği ve sadece ona verdiği çok önemli bir özelliktir. Nasıl esas olan, öz olan insanın birisinden korktuğu ya da birilerine hoş görünmek istediği için değil, ta içinden geldiği için ibadet etmesi ise, dinen de insanın Allah'ı ya da doğru bildiği her ne varsa onu, öyle öğretildiği ya da ezberletildiği için değil, sorgulayarak düşünerek bulması makbuldür.

Mühendis gibi düşünmek!!!



Bugün biraz eğlenceli yazalım:

Hayatımda birçok kez insanlar bana "tam mühendis kafasıyla düşünüyorsun" cümlesinin değişik versiyonlarını söylemişlerdir. Aslında öyle çok matah bir bakış açım yok ama her nedense beynim belli bir nedensellik ilkesi etrafında çalışıyor. Bana anlatılan herhangi birşeyin, kafamda hemen oluşan temel mantık sorularından geçmesi, bir amaca yönelik olması ve tutarlı olması lazım. Aksi taktirde içime sinmiyor ya da tam olarak kafama oturmuyor.

Bu durum teknik konularda avantaj, sosyal konularda ise dezavantaj demek; zira bazen duygu ağırlıklı ve insan odaklı işlerde fazla mantık aramamak, tam bir neden - sonuç ilişkisi sorgulamamak gerekli.

İki fıkra mühendis kafası dediğim şeyi biraz daha anlamamıza yardım edebilir:

Kuşak Meselesi


Son zamanların çok moda tartışma ve bilgilendirme konularından biri Y kuşağı. 1980 - 1999 yılları arasında doğanlardan oluşan bu kuşağın bir önceki X kuşağıdan yani 1967 - 1980 arası doğumlulardan çok belirgin farkları olduğu, bu kuşak mensuplarının olumsuz olan bazı özellikleri nedeni ile çok zor yönetilecekleri iddia ediliyor. Tüm olan bitenden anladığım işletmecilere, yöneticilere verilen; "Değişik bir kuşak geliyor, siz de değişmelisiniz" mesajı.

Elbette bu mesajı "İşte böyle değişeceksiniz" eğitimleri izliyor ve durup dururken bir eğitim/seminer trendi daha oluşturulmuş oluyor.

Bir gün bir MBA dersine misafir olan ve bize kültürel farklarla ilgili harika minik bir sunum yapan Prof. Dr. Yılmaz Esmer hocam anlatımına bir slaytla başlamıştı. Üst kısımda geniş bir çimenlik resmi, alt bölümde  bir inek ve bir horoz resmi bulunuyordu. Bize nasıl eşleştireceğimizi sordu. Sınıfın tamamı çok doğal olarak İnek - Çimen ikilisini eşleştirdi. Yılmaz hoca buradan hareketle Batının (Batı Avrupa - Amerika vs...) bu ikili yerine İnek - Horoz ikilisini öncelikli düşündüğünü, doğunun ise bizim gibi İnek - Çimen eşleşmesi yaptığını söyledi. Yani Batı kültürü katagorilere ayırmayı belli özelliklere göre gruplandırmayı seviyordu ve bu şekilde düşünüyordu. Buna göre ikisi de hayvan sınıfından olduğundan İnek - Horoz eşleşmesine yatkındı. Doğu ise katagorilemeyi sevmiyor onun yerine işlevsel bağıntılar kuruyordu. İnek - Çimen eşleşmesi bu yüzdendi.

Bu kuşaklara ayırma hikayesi de bize Amerikalı dostlarımızdan yeni bir kategorileme ve tanımlama uygulaması hediyesi. Onların düşünme şekline uygun.

Bu konuda yazılan çizilen gerçekten çok fazla şey var. Aşağıda bir kısmını listeledim. Ama bu keskin ayrımcı ifadelerin karşı tezleri de türetilmiş durumda, önce özelliklere bakalım, sonra karşı görüşlere:

Üretkenlik Çukuru

 Bundan 150 yıl önce, sanayi devriminin başlarında, insanoğlunun yüz yüze kaldığı en önemli sorun "proletarya" olarak isimlendirilen vasıfsız iş gücünün verimliliğinin arttırılmasıydı. O zamanlar giderek içinden çıkılmaz bir hal alan bu durum sosyologlar ve ekonomistler tarafından çok yakında başlayacak isyanlar ve devrimlerin tetikleyicisi olarak görülüyordu. O zamanın ünlü düşünürlerinden Marx da Benjamin Disraeli de benzer öngörülerde bulunmuştu. Daha önceki bir yazımda da değindiğim gibi, Frederick Taylor, verimlilik üzerine çalışmalarla bu öngörüleri haksız çıkarmış ve problem büyümeden çözüm yolunu bulmuştu. Marx'a göre çoktan devrimin başlaması gereken 1930'lu yıllara gelindiğinde beklenen sosyalist devrim olmamış, üretim ve çıktı artışıyla birlikte eski proletarya yeni burjuvazi olmuştu.

Peki ne yapmıştı Taylor?

Bir yönetim hikayesi!!



 Muhtemelen internette birçok yerde yayınlanmış bu hikayeye başka bir yerde rastlamışsınızdır. Ancak ben; hem bana gönderen saygıdeğer dostum Engin BEK'e saygı hem de blog okuyucularına hatırlatma olarak tekrar yayınlamak istedim.

İşletmecilik yapma niyetinde olan herkesin dikkatle okuyup pay çıkarması gerektiğini düşünüyorum:

Aslan İle Karınca


Küçük bir Karınca her sabah erkenden işine gelir ve neşe içinde çalışmaya başlardı…
Çok çalışır… Çok üretir... Ve bunları keyif içinde yapardı.

Patronu Aslan, Karınca’nın başında yöneticisi olmadan kendiliğinden bu kadar hevesle çalışmasına çok şaşırırdı.

Bir gün karlılığı ve verimliliği arttırmak için aklına parlak bir fikir geldi.

Eğer Karınca, başında bir yönetici bile olmadan bu kadar üretken olabiliyorsa, bir de başarılı bir yöneticisi olsa neler yapardı.
Bunun üzerine, müthiş bir yöneticilik kariyeri olan ve yazdığı raporlarla ünlü Hamamböceği’ni işe aldı. Hamamböceği işe öncelikle bir saat alarak başladı.

Profesyonellik

Çalışma hayatım boyunca bir çok farklı anlamda kullanıldığını duyduğum bir kelime profesyonellik. Bazen işini iyi ve kaliteli yapmak anlamında kullanılıyor, bazen duygulara ve etiğe çok fazla takılmamak anlamında kullanılıyor. Sanırım en çok da önemli olanın para ve ünvan olduğu ve bunlar daha iyi oldukça başka etmenlere bakmadan iş, şirket, takım değiştirilmesi durumunda bu kelimeye başvuruluyor.

Daha önce bu blogda Uğur Özmen'den bir kaç alıntı yapmıştım. Kendisi bu kavrama ve anlamına bir çok yazı ayırmış ve doğru tanımlamaya çalışmış.

TDK profesyoneli : "1. sıfat Bir işi kazanç sağlamak amacıyla yapan (kimse), amatör karşıtı" olarak tanımlıyor. Ancak yukarıda açıkladığım üzere çok farklı imalar ile kullanılıyor bu kelime. Ben şahsen, sanırım biraz üslubum nedeniyle, bir kaç kez profesyonel olmamak ithamıyla karşılaştım. Bana verilen tavsiyeler ise daha duruma uygun davranmak, insanların daha suyuna gitmek, fazla sivrilmemek şeklinde anlamlara geliyordu daha çok.  İnce bir çizgi var sanırım burada; zira bana verilen tavsiyelerde de haklılık payları vardı ama aslında hiç hoşuma gitmeyen başka alt mesajlar da içeriyordu. Örneğin kelimeyi "ekşisözlük" de aratınca karşıma çıkanlara bakın:

Güncel Ekonomik Göstergeler ve Gezi

  Son günlerde ekonomi kulislerinde rüzgarın yönü değişmeye başladı. Kötümser senaryolar ve felaket uyarıları daha sık ve daha cesurca dile getirilir oldu. Türkiye açısından birkaç önemli ekonomik gelişme var ve bunları okuyup doğru yorumlamak sadece işletmeciler ve yöneticiler için değil, herkes için önemli.

Gezi olaylarının Türkiye ekonomisi üzerindeki etkisi malum. Bu olaylar ve kendi bakış açımdan çıkarımları ile ilgili bu bloğa bişeyler yazmamak için günlerdir dişlerimi sıkıyorum resmen. Çünkü içerik olarak bugüne dek oluşturduğum çizginin siyasete, politikaya kaymasını istemiyorum. Tüm olan biten hakkında nacizhane kendi algım var elbette ama ben daha geniş gözlüklerle bakabilmek ve karşıt görüşleri de anlayabilmek için son 3-4 gündür bana ters yönde düşünenlerin de fikirlerini okumaya videolarını seyretmeye, konuşmalarını dinlemeye gayret ediyorum. Bunu yaparken de ciddi zorlanıyorum çünkü bir kısmı aklı ve mantığı olanların dayanabileceği türden değil.

Dedikodu kazanı!

Tüm örgütler temelde belli bir amaç için biraya gelmiş birden fazla birey ya da birimin oluşturduğu yapılardır. Bu yapının faaliyet gösterebilmesi ve amaca yönelik ortak işler yapabilmesi için belirli bir düzende yapılanması, örgütlenmesi gerekir.

Drucker'ın tanımıyla bir örgütler topluluğu içinde yaşıyoruz. Kaçınılmaz olarak bir ya da daha fazla örgütün içerisindeyiz ve o veya bu şekilde örgütün içerisindeki psikolojiden etkileniyor, davranışlarımızı ona göre düzenliyoruz.

Örgütlerin hepsinde genellikle hiyerarşi ağaçları olarak resmedilen organizasyon yapıları var. Klasik organizasyon, matris organizasyon, dikey yapı, yatay yapı gibi farklı formel organizasyon yapılarından bahsetmek mümkün. Ancak yazımızın ana konusunu bu formel organizasyondan ziyade, formel olmayan, daha Türkçe ifade ile biçimsel olmayan organizasyon oluşturacak.

"Biçimsel olmayan organizasyon, işletmelerde temel üretim unsurlarından biri olan insanı temel alır.
Organizasyon kavramının tanımında insanın var olduğu göz önüne alındığında her biçimsel organizasyon içinde veya her işletmede, biçimsel olmayan organizasyonun varlığından söz edilebilir.
Biçimsel olmayan organizasyon, bir işletmede ya da bir çalışma ortamındaki insanların birbiriyle iletişimi ve etkileşiminden doğan bir toplumsal ilişkiler ağıdır."


OEE Hataları



OEE verisinin neyi ifade ettiğini ve her üretim işletmesi için öncelikli göstergelerden biri olduğunu daha önce defaten söylemiştik. Kısa bir özet geçersek OEE ingilizce "Overall Equipment Efficiency" kelimelerinin baş harfleri. Ekipman verimliliğinin, üretime özel tabiriyle tezgah verimliliğinin ölçüm parametresi.  Üç bileşenden oluşuyor:

OEE = Kalite oranı x Performans Oranı x Kullanılabilirlik oranı

Kalite oranı günlük üretilen parçanın yüzde kaçının problemsiz olduğunun oranı, performans, ayrılan sürede teorik olarak, çevrim sürelerini göre, üretilmesi gereken adetle gerçekleşenin oranı, kullanılabilirlik ise 1 vardiyanın yüzde kaçının üretime ayrılabildiği oranı (setuplar, arızalar, duruşların sonrasında) olarak hesaplanıyor.

Yukarıdakiler hemen tüm üreticilerin bildiği temel bilgiler. Çoğu işletme bu oranın ölçümü için bir sistematik geliştirmiş ve takibini yapar durumda. Ancak maalesef her zaman doğru şekilde kullanılamıyor. İnternette OEE.com sitesinde OEE ölçümünde en sık yapılan hatalar ile ilgili bir yazı buldum. Paylaşmak istedim. Orjinaline buradan ulaşabilirsiniz....

Üretim Sistemi Hedefleri (Devam)



Üretim sistemleri ile ilgili bir önceki yazımda üretici firmaların yüzleştikleri ana problemleri tanımlamış ve en iyi ve en kötü firmaların ana gösterge puanlarına bir bakmıştık. Yazıyı da, bu gösterge puanlarına yani daha iyi üretkenlik, tam zamanında teslimat gibi göstergelerde daha iyi notlara nasıl ulaştıklarına bakacağımız sözüyle bitirmiştim.

Aynı araştırma sonuçlarını inceleyerek devam ediyoruz. AberdeenGroup araştırmasına göre en iyi imalat işletmelerinin problemler karşısında aldıkları stratejik aksiyonları aşağıdaki tabloya özetledim:

























Kendi işletmenizde bunların hangilerinin ne ölçüde yapıldığını karşılaştırabilirsiniz. Araştırma yukarıdaki özet tabloyu verdikten sonra şu önemli noktaya dikkat çekiyor:

Yüzleşmek zorunda kaldıkları problemler ve bunlara karşı aldıkları önlemler en iyi imalat işletmelerinde de en kötülerinde de aynı. Araştırmaya konu olan işletmelerin %68'i sürekli iyileştirme ekipleri kurmuş, %39'u üretim alanında görsellik arttırma yöntemleri kullanıyor, %40 Ekipman verimliliği üzerinde çalışıyor mesela. Demek ki en iyilerin yaptığı çok farklı birşey yok, ya da keşfettikleri yeni bir metod filan da yok. Araştırmaya göre iyileri iyi yapan bu metodları kullanma etkinlikleri. Çünkü diğerlerinin aksine, iyi işletmelerde, bu yöntemler hem gerekli iş gücü ve yetki ile donanmış ekiplerce yapılıyor hem de tüm ekipler belli amaçlar ve açık hedeflere yönlendirilmiş durumda. İşte farkı doğuran bu. "Ne" yapılması gerektiğini istisnasız tüm işletmeler biliyor. "Nasıl" yapılması gerektiğini de bir kısmı biliyor ancak "Neden" yapıldığını çok az işletme biliyor ve bunları doğru kaynakları planlayarak ve doğru motivasyonla yapıyor görünüyor. Simon Sinek'ten bahsettiğim yazıma göz atarsanız ne demek istediğimi daha net anlayabilirsiniz...

Neme lazımcılık mesleği


Daha önce Yavuz Sultan Selim zamanından güzel bir anekdotla "Neme Lazım" demenin uzun vadede nasıl sonuçları olabileceğini paylaşmıştım.

Biraz daha konuya girelim ve özellikle iş hayatına yeni girecek arkadaşların nelerle karşılaşabileceklerine dikkat çekecek belli başlı insan tiplerine biraz daha yakından bakalım. Yazmaya başlamadan önce defaten adını geçirip kulaklarını çınlattığım Osman Hocamı bir kez daha anayım. Çünkü yazının esin kaynağı da, kısmen bilgi kaynağı da o. Osman Ata Ataç'ın "Yöneterek, Yönetilerek Yaşamak" kitabını kaç kez önerdim hatırlamıyorum ama o kadar keyif alıyorum ki hem bu bloğu okuyanlara, hem iş arkadaşlarıma, hem de yeni gelen tüm stajerlere ısrarla önermeye devam ediyorum.

İş hayatı, çok çeşitli insanla bir arada yaşamak zorunda olduğumuz ve insan sarraflığına en çok ihtiyaç duyacağımız yerlerden birisi. Birçok olumlu ve iyi insanla karşılaşacağımız gibi birçok olumsuz ve hatta "kalleş" adamla çalışmak zorunda kalmamız da olası. Kimin iyi kimin kötü olduğunu ayırt etmek çok kolay bir iş değil ve belki biraz Allah vergisi yetenek, biraz da kazık yemişlik, yani tecrübe gerektiriyor.

Otomotiv Sektörü Nereye Gidiyor?


Otomotivin Türkiye ekonomisinin lokomotifi olduğu ve yan sanayii ile birlikte çok ciddi sayıda insan için gelir yarattığı bir gerçek. Ancak otomotivin ihracatının bile %70'nin ithalat gerektirdiği, Türkiye'nin asıl önemli parçaların direk üretimi ve geliştirilmesinden çok bir montaj atölyesi gibi çalıştığı da gerçek.

Daha önce ekonomik konularda çok yazdık, çizdik. Göstergelerin nasıl yorumlanması gerektiğini belki biraz fazla teknik detaya da girerek açıklamaya çalıştık. Hatırlarsanız orada Türkiye'ye sıcak para girişi olduğundan, bunun dövizi bollaştırıp Türk lirasının değerini düşürdüğünden ve ihracatı zora soktuğundan bahsettim. Bunu engellemek için de Merkez Bankasının üstüste faiz indirimleriyle Türk lirasını da bollaştırmak ve dolaylı olarak kur dengesini sağlamak durumunda kaldığını belirtmiştik. Bu faiz indirimleri ve piyasadaki Türk lirasının bollaşması tüketiciler için de faizlerin inmesi ve kredi kullanımının artması demek. Bunun normal şartlarda tüketimi arttırması ve piyasaları canlandırması gerekiyor. Kredi balonu şişip yüksek risk altına girmedikçe iyi olarak nitelenebilir. Ancak bu senaryoda otomotiv sektörü için acı bir gerçek ve önemli bir mesaj var:




Bu tablo Otomotiv Sanayicileri Derneğinin (OSD) bu ay yayınladığı rapordan alıntı. Orjinaline buradan ulaşabilirsiniz. Bu tablo şunu gösteriyor: Türk tüketicisi eline para geçtiğinde ithal otomobili tercih ediyor. Otomotiv pazarı büyüyor ama ithalatla büyüyor. Üretimin %3 azalmasına rağmen ithalatın %29 arttığına dikkat edin lütfen. Bizim yerli otomobil dediğimiz Fiat ve Renault'un belli bir pazar segmentine hitap edemediğinin, Opel, VW, Mercedes gibi markalarla kalite ve güvenirlikte yarışamadığının bir göstergesi bu. Buna Toyota ve Hyundai markalarını da katmak gerek.

Doğru söylemek gerekirse elinde bir VW alacak kadar parası olan birinin onun yerine Türkiye'de üretilen bir marka tercih etmesi çok olası değil. Kalite olarak da estetik açılardan da yakın bile değiller çünkü.

Buna Fiat, Renault gibi firmaların pazar tercihleri diyebilirsiniz. Pazarlama için bu seviyede bir kaliteyi uygun bulduklarını ve kendilerince doğruyu yaptıklarını da söyleyebilirsiniz. Ancak gümrük birliği nedeni ile ithal mallara ek bir vergi uygulaması yaparak yerli üretimi koruyamadığımız için bu tabloyu değiştirmek için başka önlemler üzerinde düşünmek gerek.

Ya veriler yalansa?



İşletmecilik ve yönetim ile ilgili bir çok konuda yazdım şimdiye kadar. Bilgim ve zamanım el verdiğince yazmaya da devam edeceğim inşallah. Ancak fark ettim ki, en önemli kısmı atlamışız yazarken. En başta belirtmemiz gerekeni es geçmişiz. Hemen bu eksiği tamamlamak gerek;

Malum, eğer işletmenizi iyi yönetmek, kar elde etmek ve onu verimli kılmak istiyorsanız ilk yapmanız gereken şey doğru veri toplamaktır. Elbette yazacaklarım tamamen paranın, işletmede üretim yoluyla kullanılmasının, başka araçlara yönlendirilerek rant sağlayacak şekilde kullanılmasına tercih edildiği durumlar için geçerlidir. Yani varsayın ki daha çok para kazanmanızın tek yolu, işletmenizi daha rekabetçi ve verimli yapmak olsun. Başka rant kaynaklarını, siyasi çevrelere yakınlığı filan yokmuş kabul edelim. Çünkü bu ön kabulü yapmazsak işletmecilik biliminin bize katabileceği birşey yok. Konu başka yetenek alanlarına kayar ki, onlar hakkında benim malumatım yok.

Yönetmek ya da yönetememek


Yönetimin nasıl olması gerektiği, hatta yönetimin ne demek olduğu ile ilgili geniş bir yazın yığını var. Herkes başka açılardan iyi bir yöneticide, ya da şimdiki daha moda tabiriyle, liderde olması gereken özellikleri listeliyor. Ben bu listelerin hiçbir işe yaramadığını, dahası gerçeği de hiçbir şekilde yansıtmadığını düşünüyorum.

Daha önceki liderlik yazımda nedenlerini yazmıştım. Bu tip listelerin okuyana efektif bir faydası olmadığı gibi, içerikleri de genellikle gerçeği değil, insanların kafasında şekillenen ideal "kahraman" profilini yansıtır. Anlayışlı, empati kurabilen, açık fikirli, katılımcı, karizmatik, paylaşımcı, demokratik, iyi dinlemeyi bilen, problemlere çözüm yaklaşımı sağlayan filan filan. Bu listelerde yazan birçok özelliğe hiç ama hiç sahip olmadığı halde üst düzey yönetimlerde bulunanlar olduğu gibi, tamamına sahip olmak da yönetici ya da lider olabilmenizi sağlamaz.

Hayat insana hergün birkaç ders veriyor. Son günlerde de hayat tarafından çok yoğun bir eğitime tabi tutulduğumu ve final haftası gibi, üstüste birçok sınava girdiğimi söyleyebilirim. Yaşanan anın heyecanı, duygusal tepkileri veya sıkıntısı geçtikten sonra olanları süzüp, kendini kandırmadan ve mazeretler bulmadan doğru mesajları çıkarmanın çok ama çok önemli bir özellik olduğunu düşünüyorum. Bunu geliştirmek için de kendi kendime çaba içerisindeyim.

Üretim Sistemi Hedefleri

Her üretici firmanın, ne üretiyor olursa olsun, takip ettiği parametreler ve hedefleri aşağı yukarı aynıdır. Hepsi elindeki tezgahlardan mümkün olan en yüksek verimi almak, duruş sürelerini mümkün olduğu kadar azaltmak ve birim maliyetlerini en alt seviyede tutmak ister.

Birim maliyet işlenen ürüne, teknolojiye ve birim işçilik ücretlerine göre sektörden sektöre, ülkeden ülkeye değişeceği için karşılaştırma olarak pek kullanılamaz. Ancak diğer parametreler için dünyadaki en iyi firmaların oranlarını bilmek kendi durumuzu anlamak ve doğru hedefler verebilmek açısından bence çok önemlidir. Aşağıda paylaşacağım araştırma yine AbeerdenGroup imzalı. Ancak bu araştırma şirketinin Amerika'da olduğunu ve tüm çalışmaların Amerika ağırlıklı yapıldığını da göz önünde tutmak gerekir.

 İlk olarak üretimciler üzerinde baskı oluşturan öncelikli pazar problemlerine bir göz atalım:





















Kariyer için ne eksik ?

Hepimiz iş hayatında başarının ve kariyerin peşindeyiz. Herkes için daha yüksek mevki daha fazla mutluluk anlamına gelmese de , en azından emek vermek, bu emeğin karşılığı olan keyfi ve başarıyı tatmak kişisel olarak hedefimizdir.

Önümüzde bir hedef varsa ve biz bir sebeple buna ulaşamıyorsak neyin eksik olduğunu sormaya başlarız. Yaşım mı genç, tecrübem mi yeterli değil, yabancı dil mi yok, kadromu müsait değil, amir mi felaket, kişisel huzur mu yok, çalışmaya niyet mi yok, artık hangisiyse. Cevaplara göre de kendimizi yetiştirmeye ve açıkları kapatmaya gayret ederiz. En azından kendisinin farkında olan ve sürekli gelişime inanan birinin bu düşünme şeklinde olması gerekir.

İnsanların en zayıf oldukları noktalardan biri, kendi durumlarının farkında olmak ve kafalarındaki hedef için neye ihtiyaçları olduğunu kestirmektir. Bunu yapabilen sınırlı sayıdaki insanı ise bir sonraki problem bekler;

Kaptanın Seyir defteri...



Hayat yolculuğu garip, bir o kadar da gizemli. Hep duraklara kafayı takıp yolculuğun kendisini kaçırıyoruz. Harika bir yelkenli ile bir sonraki durağa giderken aceleden denizin, kuşların, yunusların, rüzgarın ne kadar harika olduklarını görmüyoruz bile.

Acılar, sıkıntılar da var yolculukta elbette. Fırtınalı günler de oluyor, sakin ve güneşli günler de. Bazen aylarca sürüyor fırtına, bazen gün içinde kısa yağmurlar yağıyor.Ama nasıl olursa olsun ve nerede biterse bitsin yolculuğun kendisi anlamlı aslında.

Her kaptan sadece yolculuklarında öğrenir hayatla ve denizle ilgili öğrenilmesi gereken ne varsa ve fırtına görmemiş adama kaptan demezler. Denizin o en haşin olduğu anlarda sabretmek ve elinden geleni yapmak, hemen sonrasındaki güvenli limanda harika bir huzur bırakır insanın kalbinde.

Kaptanlar bilir ki deniz oyuna gelmez. Her zaman istediğiniz istikamete doğru gidemezsiniz. Tıpkı hayat gibi, denizde kendisine uydurur adamı. Düz bir çizgiyle değil de, bazen zigzaklarla bazen geniş bir eğri ile ulaşabilirsiniz limana. Ve her limanda sıkılır deniz aşığı, bir sonraki yolculuk için sabırsızlanmaya başlar.  Gerçek kaptan fırtınadan değil, rüzgarsızlıktan korkar zaten. Hep aynı yerde kalmaktan. Başka birine biad edip seyri bırakmaktan korkar.

Üretimde yeni trend : İletişim



    İnternette gezinirken Aberdeen Group imzalı önemli bir araştırmaya rastladım. 86 büyük işletmede detaylı bir araştırma yapmışlar ve üretim sistemlerinde en sıkıntılı görünen ilk 6 sorunu belirlemişler. Bu aynı zamanda üretim sistemleri için neyin gelecekte önemli görüldüğü ve trendin ne yönde değişeceği ile ilgili de önemli ipuçları veriyor. Birlikte inceleyelim:


  1.  En yüksek oranı alan sorunu iki bölüme ayırabiliriz; birincisi değer akışı haritalamanın da ilk konusu olan parçanın hammadde olarak girişimden müşteriye teslimine kadar geçen sürenin azaltılması, ikincisi ise fikirden - ürüne geçiş süresinin yani değer akışın dizayndan başlayan halinin iyileştirilmesi. Bu araştırmadan günümüzde üretici firmaların öncelikli gündem maddesinin bu olduğu sonucunu çıkartabiliriz ki bu fiilen şahit olduğumla da paralel.
  2. İkinci odak noktası yeni fikirler olarak ifade edebileceğimiz "Yenilikçilik" konusu. Malum artan rekabet artık klasik üretimde iyi olmanın yetersiz olmasına, başkalarında olmayan yenilikçi birşeyler bulmanın giderek daha da önem kazanmasına yol açıyor. Bu konuyu başka yazılarda daha da açacağım.
  3. İşlem maliyetlerinin azalması ile ilgili benim dikkatimi çeken nokta 3. sıraya gerilemiş olması. Bu, artık daha ucuza mal ederek rekabetçi olmanın pek mümkün olmadığının, üreticilerin aşağı yukarı benzer birim maliyetlere geldiğinin de bir göstergesi.
  4. Dördüncü sıkıntılı konu, farklı coğrafyalarda çalışan insanların aynı dili konuşması, aynı standartları izlemesi ve aynı verimliliğe ulaşmasının zorluğu. 4 kıtada 22 fabrikası olan bir grubun çalışanı olarak kesinlikle katıldığım ve ne kadar sıkıntılı olabileceğine bizzat şahit olduğum bir madde bu.
  5. Beşinci madde de 4'ün uzantısı aslında özellikle büyük işletmelerde lokal yönetimlerin birbirleri ile uyumu çözülmesi ve yönetilmesi gereken ayrı bir problem oluşturuyor.
  6. Son madde kalite seviyesinin yükseltilmesi ve bu maddenin de sonda olmasının ayrı bir anlamı var. Tıpki 3. maddede olduğu gibi kalitenin son sırada yer alması artık üreticiler açısından kalitesel farkların çok azaldığının, kalite problemi yaşayan üretici oranın düştüğünün, bir başka deyişle, kalite nedeni ile farklılaşmanın giderek zorlaştığının bir ifadesi.

Paylaşın

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

S3